ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

MAİDE

103

مَا جَعَلَ اللّهُ مِن بَحِيرَةٍ وَلاَ سَآئِبَةٍ وَلاَ وَصِيلَةٍ وَلاَ حَامٍ وَلَـكِنَّ

الَّذِينَ كَفَرُواْ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ وَأَكْثَرُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ

 

103. Allah, Bahire, Saibe, Vasile ve Ham diye bir şey (meşrü) kılmamıştır. Fakat o kafirler Allah'a yalan söyleyip iftira ediyorlar. Onların pek çoğunun da aklı ermez.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

 

1- Allah, Bu Gibi Şeyleri Meşru Kılmamıştır:

2- Bahire, Saibe ve Diğerleri:

3- Davarlara Dair Bu Hükümlerin Ortaya Çıkması ve Allah'ın Şeriatine Aykırı Hüküm Koymak:

4- Ebu Hanife'nin, Bu Ayete Dayanarak Vakfı Gayri Meşru Görmesi ve Bu Görüşünün Münakaşası:

5- Vakfedenin Vakıftaki Tasarrufu:

6- Vakfedenin Vakfından Yararlanmasının Hükmü:

7- Saibe Lafzını Kullanarak Köle Azad Etmek:

 

1- Allah, Bu Gibi Şeyleri Meşru Kılmamıştır:

 

Yüce Allah'ın: "Allah ... kılmamıştır" buyruğunda yer alan (...): Kıldı, kelimesi burada "adını koydu" anlamındadır. Nitekim Yüce Allah: "Muhakkak Biz onu Arapça bir Kuran kıldık" (ez-Zuhruf, 3) buyruğundaki "kılmak" adını koymak demektir. Yani Biz, onu Arapça bir Kur'an diye adlandırdık. Bu ayet-i kerimedeki anlamı ise: Allah bu gibi adlar koymamıştır ve böyle bir hüküm teşri buyurmamıştır, şer'an de bunlarla kullarının kendisine ibadet etmelerini istememiştir. Şu kadar var ki O, bunların olacağını bilerek, bu hususta kaza olarak bunu tayin etmiş, kudret ve iradesiyle bunu yaratıp var etmiştir. Çünkü Yüce Allah, hayır olsun şer olsun, fayda olsun zarar olsun, itaat olsun masiyet olsun, herşeyin yaratıcısıdır.

 

2- Bahire, Saibe ve Diğerleri:

 

Yüce Allah'ın: "Bahire, Saibe .... " buyruğundaki (...) edatı zaiddir. Bahire, mef'ul anlamında faile veznindedir. Bu da Natiha ve Zebiha (tas vurulmuş ve boğazlanmış) kelimeleri veznindedir.

 

Sahih (-i Buhari)'de, Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediği nakledilmektedir: Bahire, tağutlar (putlar) için sütü alıkonulan demektir. İnsanlardan kimse bu gibi hayvanları sağamıyordu. Saibe ise, ilahları adına serbest bıraktıkları davarlardı.

 

Şöyle de denilmiştir: Bahire, sözlükte kulağı yarık dişi deve demektir. (...) sözü, ben, dişi devenin kulağını genişçe yardım, demektir. Bu şekildeki deveye de Bahira ve Mebhüra denilir. Bu şekilde bir yarık açmak onun serbest bırakıldığına alamet teşkil ediyordu. İbn Side der ki: Denildiğine göre Bahire, çobansız, serbest bırakılan deve demektir. Aynı şekilde sütü çok bol dişi deveye de Bahira denilmektedir.

 

İbn İshak der ki: Bahira, Saibe diye bilinen dişi devenin dişi yavrusudur. Saibe ise, arada erkek yavrulamaksızın ardı arkasına on dişi yavrulayan devedir. Böyle bir devenin sırtına binilmez, tüyü koparılmaz ve sütü -misafir dışında- içilmezdi. İşte bundan sonra yine dişi yavrusu olursa, o yavrunun da kulağı yarılır, annesi ile birlikte serbest bırakılır, sırtına binilmez, tüyü alınmaz, misafir müstesna kimse onun sütünü içmezdi. Annesine yapılan ona da yapılırdı. Buna göre Bahira, Saibe diye bilinen devenin yavrusudur.

 

Şafii de der ki: Dişi deve, beş tane dişi yavrulayacak olursa, kulağı kesilir ve artık o haram ilan edilirdi. Şair der ki: "O, haram kılınmıştır. İnsanlar onun etinin tadına bakmaz Biz de aynı durumdayız, Bahiralar da böyledir."

 

İbn Uzeyz de der ki: Bahira şudur: Eğer bir dişi deve, beşincisi erkek olmak üzere beş tane yavru doğurursa, bu erkek yavruyu boğazlarlar, erkekler kadınlar ondan yerlerdi. Şayet beşincisi dişi olursa, o yavrunun kulağını yararlardı. Bu durumda o yavrunun eti de sütü de kadınlara haram olurdu. -İkrime de böyle demiştir,- Bu dişi yavru öldü mü, ölüsü kadınlara da helal olurdu.

 

Saibe'ye gelince bu, kişinin mesela Allah kendisini hastalığından kurtaracak yahut da evine selametle vardıracak olursa, böyle bir iş yapacağına dair yapılan bir adak ile serbest bırakılan erkek devedir. Bu gibi develerin otlamalarına, su içmelerine engel olunmaz ve kimse de sırtlarına binmezdi. Ebu Ubeyd de böyle açıklamıştır. Şair de der ki: "Ve bir Saibe ki, Allah için yayılıp gelişecek Eğer Allah Amir'e veya Mücaşi'a afiyet verirse."

 

Deve dışındaki davarları da Saibe olarak bıraktıkları olurdu. Bir köleyi Saibe bırakmaları halinde, onun üzerinde kimsenin vela hakkı olmazdı.

 

Saibe'nin üzerinde herhangi bir yular bulunmaksızın, çobansız olarak serbest bırakılmış dişi deve demek olduğu da söylenmiştir. Bu kelime mef'ul anlamında fail veznindedir. "Razı (olunan) bir hayat" tabiri gibi ki, bu da mef'ul anlamını vermektedir. Bu anlamıyla Saibe (...):

 

Yılan serbestçe dolaştı tabirinden alınmıştır. Şair der ki: "Siz, Rabbim için Saibe kılınmış bir dişi deveyi kestiniz Haydi ceza için ayağa kalkınız."

 

Vasile ile Ham'a gelince; İbn Vehb der ki: Malik dedi ki: Cahiliyye dönemi insanları deve ve koyunları azad eder ve onları serbest bırakırlardı. (Saibe yaparlardı) Ham ise, yalnızca deveden olurdu. Erkek devenin dişiler üzerine aşırılması bitti mi, üzerine tavus kuşları tüylerinden bırakırlar ve onu serbest bırakırlardı. Vasile ise, ardı ardına dişi yavrulayan koyunlardan olurdu. Bu koyunları da serbest bırakırlardı.

 

İbn Uzeyz der ki: Vasile koyundan olurdu. Yine İbn Uzeyz der ki: Koyun, yedi defa yavruladı mı, yavrularına bakarlardı. Eğer yedincisi erkek ise, kesilir ve erkeklerle kadınlar müştereken ondan yerlerdi. Eğer dişi ise, diğer koyunlar arasına katılırdı. Şayet yedinci doğumu erkek ve dişi birlikte (ikiz) ise, bu dişi yavru erkek kardeşine yetişti, derler ve bu durumu dolayısıyla kesilmezdi. Ancak, bu dişi yavrunun eti kadınlara haram olduğu gibi, yine o dişi yavrunun sütü de kadınlara haram olurdu. Bu iki yavrudan birisi ölecek olursa, o yavruyu erkekler ve kadınlar da müştereken yerlerdi. Hami ise, yavrusunun yavrusunun sırtına binilecek hale gelen erkek devedir.

 

Şair der ki: "Ebu Kabus himaye etti onu. Sahip olduğu şeylerin en kıymetlileri arasında; Tıpkı erkek devenin yavrularının yavrularını himaye etmesi gibi."

 

Şöyle de denilmektedir: Eğer, o erkek devenin sulbünden on batın dünyaya gelirse; bu kendi sırtını himaye etti, derler ve ne sırtına binilir, ne de herhangi bir otlakta otlaması, ne de bir sudan içmesine engel olunurdu.

 

İbn İshak der ki: Vasile, aralarında erkek olmaksızın ardı arkasına beş batında on tane dişi yavru yapan koyundu. O vakit, bu vasfetti, denilir. Artık, bundan sonra o koyunun yavruları, yalnızca erkeklerine ait olur, kadınlara onlardan birşey verilmezdi. Ancak, bunlardan birisi ölecek olursa, erkekleri de kadınları da onlardan müştereken yerlerdi.

 

3- Davarlara Dair Bu Hükümlerin Ortaya Çıkması ve Allah'ın Şeriatine Aykırı Hüküm Koymak:

 

Müslim, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Ben, Huzaalı Amr b. Amir'i cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm. Saibeleri ilk olarak serbest bırakan o olmuştu." Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Şu Ka'b oğullarına mensub Amr b. Luhay b. Kamia b. Hindif'i cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm" denilmektedir. 

 

Ebu Hureyre de rivayetle der ki: Rasulullah (s.a.v.)'ı Eksem b. el-Cun'a şöyle derken dinledim: "Ben, Amr b. Luhay b. Kamia b. Hindif'i cehennem'de bağırsaklarını sürüklerken gördüm. Ne senden daha çok ona benzeyeni, ne ondan sana daha çok benzeyeni gördüm." Eksem: Ey Allah'ın Rasulü, ona benzemenin bana zarar vereceğinden korkarım deyince, şöyle buyurdu:

 

"Hayır, sen bir mü'minsin. O ise bir kafirdi. Çünkü o, İsmail'in dinini ilk değiştiren, Bahira'nın kulağını ilk yaran, Saibe'yi ilk serbest bırakan, Hami'nin sırtına binilmez diyen ilk kişidir." Bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir: "Ben onu, kısa boylu, gür saçlı, saçları kulaklarının yumuşaklarına kadar varan bir kişi olarak cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm."

 

İbnü'l-Kasım'ın ve ondan başkalarının Malik'ten, onun Zeyd b. Eslem'den, onun da Ata b. Yesar'dan rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "O, cehennem halkını kokusu ile rahatsız eder." Bu hadis ise görüldüğü gibi mürseldir, bunu da İbnü'l-Arabi nakletmektedir.

 

Bunları ilk olarak ortaya çıkartanın Cunade b. Avf olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu konudaki sahih rivayetler ise yeterlidir.

 

İbn İshak'ın rivayetine göre, putların dikiliş ve İbrahim (a.s)'ın dininin değiştirilmesinin sebebi, Amr b. Luhay'dır. Mekke'den Şam'a gitmişti. el-Belka toprakları içerisinde kalan Meab'a da gitti. O günlerde orada, İmlık -İmlak da denilir- b. Lavit b. Sam b. Nuh soyundan gelen Amalikalılar yaşamaktaydı. Onların putlara taptıklarını görünce, onlara: Sizin taptığınızı gördüğüm şu putlar da ne oluyor diye sormuş, onlar da: Bunlar, kendileri aracılığı ile yağmur istediğimiz ve bunun üzerine bize yağmur gelen, yine kendileri aracılığıyla yardım ve zafer istediğimiz, bu sebeple de bize yardım ve zafer gelen putlardır. Bunun üzerine onlara: Bana bunlardan bir put vermez misiniz dedi ve bir put alıp Arap topraklarına götüreyim, ona ibadet etsinler. Ona, "Hubel" adı verilen bir put verdiler. O da bunu Mekke'ye getirip o putu orada dikti. İnsanlar da ona ibadete ve onu ta'zim etmeye koyuldular. Şanı Yüce Allah, Muhammed (s.a.v.)'ı peygamber olarak gönderince üzerine; "Allah, Bahire, Saibe, Vasile ve Ham diye birşey (meşru) kılmamıştır" "Fakat o kafirler" yani, Kureyş, Huzaa ve Arap müşrikleri arasından kafir olanlar, "Allah'a yalan söyleyip iftira ediyorlar" buyruğunu indirdi. Çünkü onlar; Allah bunları haram kılmayı emretti diyorlar ve onlar bütün bu işleri Allah'a itaat yolunda, rablerini razı etmek için yaptıklarını iddia ediyorlardı. Oysa Allah'ın itaatinin ne olduğu O'nun buyruklarından anlaşılır. Halbuki, bu hususta onların yanında ondan gelmiş bir buyruk yoktu. İşte o bakımdan bütün bunlar, onların Allah'a karşı yalan uydurdukları şeyler cümlesindendirler.

 

Ayrıca onlar şöyle demişlerdi; "Şu davarların karınlarındaki yavrular, yalnız erkeklerimize helaldir." Yani, bu davarların doğurdukları yavrular ve sütler yalnız erkeklerimize helaldir. "Kadınlarımıza haramdır şayet ölü doğarsa" yani, eğer ölü yavrularsa, o takdirde erkek ve kadınlar onda ortak olurlardı. İşte Yüce Allah'ın; "Onlar bunda ortaktırlar" buyruğunda kastettiği budur. "Onlara, yakıştırmalarının cezasını verecektir." Yani, Allah'a karşı yalan uydurduklarından dolayı, ahirette onları azaplandıracaktır. '''Muhakkak ki O, sapasağlam hüküm koyandır, herşeyi bilendir." (elEn'am, 139) Yani, haram ve helal kılmak suretiyle.

 

Yine Yüce Allah, Peygamberine şunu indirmiştir; ''De ki: Allah'ın size indirdiği ve kendisinden haram ve helal kıldığınız rızıktan ne haber? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a ıftira mı ediyorsunuz?" (Yunus, 59) Yine Yüce Allah Peygamberine, "Sekiz çıft ... " (el-En'am, 14) buyrukları ile: "Birtakım hayvanlar da vardır ki, üzerlerine Allah'ın adını -Ona yalan, ıftira ederek- anmazlar " (el-En'am, 138) buyruklarını indirmişti.

 

4- Ebu Hanife'nin, Bu Ayete Dayanarak Vakfı Gayri Meşru Görmesi ve Bu Görüşünün Münakaşası:

 

Ebu Hanife -Allah ondan razı olsun- vakıfları kabul etmeme görüşüne, Yüce Allah'ın arapları, davarları serbest bırakma (Saibe), onları himaye etme (Hami) şeklindeki uygulamalarını ve kendilerini bunlardan mahrum etmelerini ayıplamış olmasını dayanak göstermekte ve vakfı, Bahire ile Saibe'ye kıyas etmektedir. Oysa aradaki fark gayet açıktır. Şayet bir kimse kalkıp kendisine ait bir arazi hakkında: Bu vakıf olsun, meyvesi toplanmasın, arazisi ekilmesin, hiçbir şekilde ondan yararlanılmasın diyecek olsa, onun bu durumunun Bahıra veya Saibe'ye benzetilmesi mümkün olurdu.

 

Nitekim Alkame de bu gibi şeylere dair soru soran kimseye: Sen, cahiliye uygulamalarından olup, geçip gitmiş olan birşeyden ne istiyorsun? İbn Zeyd de buna benzer bir söz sarfetmişti.

 

Ancak, Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Züfer müstesna, -ki bu, Şüreyh'in de görüşüdür- ilim adamlarının büyük çoğunluğu, vakfın caiz olduğunu söylemişlerdir. Şu kadar var ki Ebu Yusuf bu hususta İbn Uleyye kendisine Hz. Ömer ile ilgili bir durumu nakledince, Ebu Hanife'nin görüşünden vazgeçmiştir. İbn Uleyye Ebu Yusuf'a, İbn Avn'dan, o, Nafi'den, o da İbn Ömer'den naklettiğine göre, İbn Ömer Rasulullah (s.a.v.)'dan Hayber'deki payını sadaka olarak bağışlamak hususunda izin isteyince, Rasulullah (s.a.v.) ona şöyle buyurmuş: "Aslını alıkoy ve mahsulünü de sebil olarak dağıt."

 

İşte vakıfları caiz gören herkes bunu delil göstermektedir. Ve bu, sahih bir hadistir. Bunu da Ebu Ömer ifade etmiştir.

 

Aynı şekilde bu mesele hakkında ashabın icmaı da vardır. Şöyle ki; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Aişe, Fatıma, Amr b. el-As, İbn ez-Zübeyr ve Cabir -bunların hepsi- vakıflar yapmışlardır. Mekke ve Medine'de bunlara ait vakıflar bilinmektedir ve meşhurdur. Rivayete göre Ebu Yusuf, Harun er-Reşid'in huzurunda Malik'e şöyle demiş: Vakıf caiz değildir. Malik, ona şöyle demiş:

 

İşte bu vakıflar Rasulullah (s.a.v.)'ın ve Hayber'deki ve Fedek'teki vakıfları diğer ashabının vakıflarıdır.

 

Ebu Hanife'nin ayeti delil göstermesine gelince, bu hususta delil gösterilecek bir taraf, yoktur. Çünkü, bu davarlardan yararlanılma yolunu kesip Yüce Allah'ın nimetini ortadan kaldırmak, bu develerde kullar lehine olan maslahatı izale etmek hususlarında kendilerine tevcih olunmuş bir şeriat veya farz kılınmış bir mükellefiyet olmaksızın, akılları ile böyle bir uygulamaya kalkışmaları dolayısıyla şanı Yüce Allah onları ayıplamıştır. İşte bu bakımdan, bu gibi hususlar ile vakıflar arasında fark ortaya çıkmaktadır.

 

Yine Ebu Hanife ve Züfer'in delil olarak gösterdikleri şeyler arasında Ata'nın İbn el-Müseyyeb'den yaptığı şu rivayet de vardır: Ben, Şüreyh'e, evini çocuklarından birisine vakfeden bir kimse hakkında soru sordum da şöyle dedi: Allah'ın tayin ettiği farizalardan alıkoyarak vakıf yapmak sözkonusu değildir. İşte (bu görüşü savunanlar) derler ki: İşte Ömer, Osman ve Ali gibi raşid halifelerin hakimliğini yapan Şüreyh, bu doğrultuda hüküm vermiştir.

 

Yine İbn Lehia'nın, kardeşi İsa'dan, onun İkrime'den, onun da İbn Abbas'tan yaptığı şu rivayeti de delil göstermektedir. İbn Abbas der ki: Ben, Peygamber (s.a.v.)'ı en-Nisa süresinin indirilmesinden ve Yüce Allah orada feraizi (mirasa dair hükümleri) indirmesinden sonra vakıf yapmayı yasaklarken dinledim.

 

Taberi der ki: Sadaka verenin hayatta iken Yüce Allah'ın Peygamberi vasıtasıyla izin verişine uygun olarak, Raşid halifelerin de uygulamasına uygun olarak geçerli kıldığı herhangi bir sadaka, Allah'ın farizalarından bir şeyi engelleyip alıkoymak değildir. Bu hususta ne Şüreyh'in görüşüne, ne de sünnete ve bütün insanlara karşı delil teşkil eden ashabın uygulamasına muhalif herhangi bir görüşe delil vardır. İbn Abbas'ın hadisine gelince, onu İbn Lehia rivayet etmiştir. O ise, ömrünün sonlarında aklı karışmış bir kimsedir. Kardeşi ise bilinen bir ravi değildir. O bakımdan o hadiste delil olacak bir taraf yoktur Bu açıklamayı da İbnü'l-Kassar yapmıştır.

 

Bir arazi vakfedilmek suretiyle hiçbir kimsenin mülkiyetine verilmeksizin sahiplerinin mülkiyetinden nasıl çıkartılır, diye sorulabilecek, bir soruya Tahavi şöyle cevap vermektedir: Bunlara denir ki: Bunun nesine karşı çıkılıyor ki? Sen de, hasmın da o araziyi sahibinin müslümanlara orayı mescid yapabileceğini ve müslümanları o mescidle başbaşa bırakabileceğini kabul ediyorsun. Böylelikle bu gibi bir arazi, bir kişinin mülkiyetinden çıkmış ve kimsenin de mülkiyetine geçmemiştir. Yüce Allah'ın mülkü olmuştur. Çeşmeler, tahta ve taştan yapılmış köprüler de böyledir. Sana muhalif kanaatte olan aleyhine delil getirdiğin her bir husus, aynı şekilde bütün bu hususlarda sana karşı da delildir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

5- Vakfedenin Vakıftaki Tasarrufu:

 

Vakfı caiz kabul edenler, vakfedenin, vakfettiği şeyde ki tasarrufu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Şafii der ki: Vakfedene (hürriyetine kavuşturduğu kölenin rakabesine malik olması haram olduğu gibi) onun mülkü haram olur. Şu kadar var ki, vakfın sadakasını dağıtma görevini (mütevellilik), üstlenmesi ve bu sadakayı dağıtıp ne için vakfetmişse, o alanlarda sebil etmesi caizdir. Çünkü Ömer b. el-Hattab (r.a) bize ulaştığına göre, Yüce Allah onun ruhunu kabz edinceye kadar vakfının sadakasını dağıtmaya devam etmiştir. (Şafii devamla) der ki: Ali ve Fatıma (Allah ikisinden de razı olsun) da kendi (vakıflarının) sadakalarını dağıtmayı (mütevelliliğini yapmayı) bizzat sürdürüyorlardı. Ebu Yusuf da bu görüştedir.

 

Malik ise der ki: Bir kişi bir araziyi veya bir hurma bahçesini yahut bir evi yoksullara vakfedip ölünceye kadar bu vakıf elinde bulunmak suretiyle o vakfın işlerini görür, kiraya verir ve gelirini yoksullar arasında dağıtmaya devam ederse bu vakıf, başkaları tarafından geçerli kabul olunmadıkça vakıf olmaz, miras kalır. Yine Malik'e göre, konaklanılan yer, bahçeler ve arazinin -at ve silahtan farklı olarak-mütevelliliğini vakfedenden başkası yapmadığı sürece bunların vakfedilmeleri geçerli değildir ve vakıf olarak bunlardan yararlanılamaz. Maliki mezhebine mensub ilim adamlarının bir topluluğuna göre mezhebinden anlaşılan ve varılan netice budur.

 

6- Vakfedenin Vakfından Yararlanmasının Hükmü:

 

Vakfeden kimsenin vakfından yararlanması caiz değildir. Çünkü o, bunu Allah için elinden çıkarmış ve mülkiyetinden kesip ayırmıştır. Onun herhangi bir bölümünden yararlanması ise, verdiği bu sadakadan bir dönüştür. Ancak, vakıf ta böyle bir şart koşmuşsa yahut vakfeden kişi ya da onun mirasçıları fakir düşmüşse o vakfın gelirinden yemeleri caiz olur.

 

İbn Habib, Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Her kim, bir asıl malı, mahsulleri yoksullara verilmek üzere vakfedecek olursa, fakir düşmeleri halinde o vakfın gelirinden çocuklarına da verilir. Vakfı yaptığı gün zengin veya fakir olmaları farketmez. Şu kadar var ki, vakfın sonu gelir korkusuyla gelirin tümü onlara verilmez. Ancak, yine yoksullara ondan bir pay verilmeye devam edilir ki, vakıf adı da onun hakkında kullanılabilsin. Bu hususta çocuklar hakkında da yoksullardan ayrıca hak sahibi oldukları için değil de, onlara verilenlerin yoksul olmaları sebebiyle verildiğine dair bir kayıt düşülür.

 

7- Saibe Lafzını Kullanarak Köle Azad Etmek:

 

Saibe lafzını kullanarak köle azad etmek caizdir. Bu ise, efendinin kölesine: -Onu azad etme niyetiyle- sen hürsün. demesi veya, Saibe olmak üzere seni azad ettim, demesi şeklinde olur. Malik'in arkadaşlarından bir topluluk nezdinde meşhur olan görüşüne göre, böyle bir kölenin vela hakkı, müslümanlar topluluğuna ait olup, azadı da geçerlidir. İbnü'I-Kasım, İbn Abdilhakem, Eşheb ve başkaları ondan bunu böylece rivayet ettikleri gibi, İbn Vehb de böyle demiştir.

 

Yine İbn Vehb Malik'ten şöyle dediğini rivayet eder: Hiçbir kimse Saibe denilerek azad edilmez. Çünkü, Rasulullah (s.a.v.) vela hakkının satışını da hibe edilmesini de yasaklamıştır.

 

İbn Abdi'l-Berr der ki: Bu, aynı zamanda onun tuttuğu yolu izleyen herkesin de kanaatidir. Ancak, bu hadis Saibe suretinde azad etmenin mekruh olduğu şeklinde anlaşılır, başka türlü anlaşılmaz. Böyle birşey yapılacak olursa geçerli olur ve onun hakkındaki hüküm zikrettiğimiz gibidir.

 

Yine İbn Vehb ve İbnü'l-Kasım, Malik'ten şöyle dediğini rivayet ederler:

Ben, Saibe yoluyla azad etmeyi mekruh görüyorum ve bunun yapılmamasını uygun görüyorum. Bununla birlikte böyle birşey yapılacak olursa, geçerli olur ve onun velası müslümanlar cemaatine miras olur. Ödenmesi gereken bir diyet altına girerse de onlar tarafından ödenir.

 

Esbağ der ki: Saibe yoluyla azad etmekte bir mahzur yoktur. O, bu görüşüyle, Maliki mezhebinde meşhur olan kanaati benimsemiş bulunmaktadır. Kadı İsmail b. İshak da onun lehine delil getirmiş ve onun görüşünü taklit etmiştir. Bu husustaki delillerinden birisi de şudur: Saibe yoluyla azad etmek, Medine'de oldukça yaygındır ve hiçbir alim de buna karşı çıkmamaktadır. Abdullah b. Ömer ve selefe mensup ondan başkası da Saibe yoluyla köle azad etmişlerdir. Ayrıca bu, İbn Şihab, Rabia ve Ebu'z-Zinad'dan rivayet edilmiştir. Ömer b. Abdülaziz, Ebu'l-Aliye, Ata, Amr b. Dinar ve diğerlerinin de görüşü budur.

 

Derim ki: Basralı ve Temimoğullarından Ebu'l-Aliye er-Reyahi (r.a), Saibe olarak azad edilmiş kimselerdendir. Onu, Riyahoğullarına mensup olan hanım efendisi, Allah rızası için Saibe olarak azad etmiş ve mesciddeki halkaları dolaşarak bunu ilan etmiştir. Asıl adı ise Rafi' b. Mihran'dır. İbn Nafi' der ki: Bugün İslamda Saibe diye bir azad şekli yoktur. Her kim Saibe yoluyla azad edecek olursa, o kölenin velası ona ait olur. Şafii, Ebu Hanife ve İbnü'l-Macişun da böyle demiştir, İbnü'l-Arabi de bu görüşe meyletmiştir. Bunlar, Hz. Peygamber'in şu buyruklarını delil gösterirler: "Kim Saibe yoluyla köle azad ederse, o kölenin velası o kimseye (azad edene) aittir"; "Vela, ancak onu azad edene aittir." 

 

Böylelikle Hz. Peygamber, vela hakkının azad edenden başkasına ait olmasını kabul etmemektedir. Yine bunlar, Yüce Allah'ın: "Allah, Bahire, Saibe ... diye bir şey meşru kılmamıştır" buyruğu ile: "İslam'da Saibe yoktur" hadisini, ayrıca Ebu Kubeys'in Huzeyl b. Şurahbil'den şu rivayetini de delil göstermişlerdir: Huzeyl dedi ki: Bir adam Abdullah (b. Mes'ud'a) dedi ki: Ben, bana ait bir köleyi Saibe olarak azad ettim. Bu hususta ki görüşün nedir? Abdullah şu cevabı verdi: Müslüman olanlar, Saibe diye birşey yapmazlar. Ancak cahiliyye halkı Saibe uygulamasında bulunurlardı. Sen onun mirasçısısın ve onun nimeti (azad etme nimeti)nin velisisin. (Yani, velası sana aittir)

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Maide 104

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR