LUKMAN 12 |
وَلَقَدْ
آتَيْنَا
لُقْمَانَ
الْحِكْمَةَ
أَنِ
اشْكُرْ
لِلَّهِ
وَمَن
يَشْكُرْ
فَإِنَّمَا يَشْكُرُ
لِنَفْسِهِ
وَمَن
كَفَرَ فَإِنَّ
اللَّهَ
غَنِيٌّ
حَمِيدٌ |
12. Andolsun Biz,
Lukman'a hikmeti verdik; "Allah'a şükret" diye (emrettik). Kim
şükrederse ancak kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse, muhakkak Allah
muhtaç değildir, hamde layık olandır.
"Andolsun Biz, Lukman'a
hikmeti verdik" buyruğunda (biri Lukman, diğeri hikmet olmak üzere) iki
mef'ul vardır. "Lukman" kelimesinin munsarıf olmayışının sebebi,
sonunda zaid "elif" ve "nun" bulunmasıdır. O bakımdan
müennesi fu'la vezninde gelen "fu'lan" veznindeki kelimelere
benzemektedir. Bu gibi kelimeler ise marife (belirtili) oldukları takdirde
munsarıf olmazlar. Çünkü bu, ikinci bir ağırlık olur. Nekre olmaları halinde
munsarıf olmaları ise iki ağırlıktan birisinin ortadan kalkmış olmasıdır. Bu
açıklamayı enNehhas yapmıştır.
Lukman'ın babasının adı
Baura, onun Nahur, onun Tareh'dir ki, bu da İbrahim'in babası Azer'dir.
Nesebini Muhammed b. İshak böylece vermektedir.
Nesebinin Lukman babası
Anka, babası Serur olduğu da söylenmiştir. O Eyle ahalisinden Nuyalıdır. Bunu
da es-Süheyli zikretmiştir.
Vehb dedi ki: Lukman,
Eyyub'un kızkardeşinin oğlu idi. Mukatil de şöyle demektedir: Lukman'ın,
Eyyub'un teyzesinin oğlu olduğu zikredilir.
ez-Zemahşeri de şöyle
demiştir: Lukman'ın babasının adı Baüra olup Eyyub'un kızkardeşinin oğlu ya da
teyzesinin oğludur. Azer'in çocuklarından olduğu da söylenmiştir. Bin yıl bir
süre kadar yaşamış, Davud (a.s.) ona yetişmiş ve ondan ilim öğrenmiştir. DaVüd
(a.s)'ın peygamber olarak gönderilmesinden önce fetva verirdi. Ancak ona peygamberlik
verilince, fetva vermeyi kesti. Kendisine bu husus hatırlatılınca bu sefer: Bu
konuda benim fetvama ihtiyaç kalmayıp yükümlülükten kurtarılmış olduğuma göre;
ben böyle bir şeyi nasıl kabul etmem, demiştir.
el-Vakıdi der ki: Lukman,
İsrailoğulları arasında hakimlik yapardı. Said b. el-Müseyyeb de şöyle
demiştir: Lukman, Mısır siyahilerinden, kalın dudaklı, siyahi bir kişi idi.
Yüce Allah ona hikmeti vermiş, ancak peygamberlik vermemişti. Te'vil
alimlerinin çoğunluğu onun Allah'ın veli bir kulu olup peygamber olmadığı
şeklindeki bu görüşü benimsemişlerdir.
İkrime ve eş-Şa'bı onun
peygamber olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşe göre burada "hikmet"ten
kasıt, peygamberlik olur. Doğrusu ise onun Yüce Allah'ın öğrettiği hikmet dolayısıyla
hakim bir adam olduğudur.
Hikmet ise itikadi
konularda dinde fakihlikte (bilgi sahibi olmakta) ve aklı hususlarda doğruluk
demektir. İsrailoğulları arasında hakimlik yapardı. Siyah tenli, ayakları
çatlak ve kalın dudaklı yani dudakları büyük bir kişi idi. Bu açıklamayı da İbn
Abbas ve başkaları yapmışlardır.
İbn Ömer yoluyla gelen
hadiste o şöyle demiştir: Ben Rasülullah (s.a.v.)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Lukman bir peygamber değildi. Fakat o çokça tefekkür eden, oldukça güzel
bir yakin (kesin inanç) sahibi bir kimse idi. Yüce Allah'ı sevmişti, Allah da
onu sevmiş, bu bakımdan ona hikmeti lutfetmişti. Onu hak ile hükmeden bir
halife olmak hususunda da muhayyer bırakmıştı. O da şöyle demişti: Rabbim, eğer
sen beni muhayyer bırakıyor isen, ben esenlikte olmayı kabul eder ve belayı
terkederim. Eğer benden kat'ı olarak halife olmamı istiyor isen, bunu da
dinleyip itaat ederim. Çünkü Sen beni o zaman koruyacaksın." Bunu İbn
Atiyye zikretmektedir.
es-Sa'lebi ayrıca şunu
ilave etmektedir: Melekler ona kendilerini görmeksizin şu şekilde seslendiler:
Neden (kabul etmedin) ey Lukman? Şu cevabı verdi: Çünkü hakim (yönetici) olan
kimse en zorlu ve en bulanık bir konumdadır. Her yerden zalim onun yanına
gelir. Eğer Allah tarafından ona yardım olunursa, kurtulması muhakkak ki
umulur. Fakat hata edecek olursa, bu sefer cennet yolunu şaşırmış olur. Dünyada
zelil olan bir kimsenin bu hali, şerefli bir kimse olmasından hayırlıdır.
Dünyayı ahirete tercih eden bir kimseyi dünya kabul etmeyeceği gibi, ahiretten
de bir nasib almaz. Melekler onun bu mantıkının güzelliğinden hoşlandılar.
Derken bir uykuya daldı, ona hikmet verildi. O uyandığında bu hikmet ile
konuşuyor idi.
Ondan sonra Davud'a
seslenildi. Davud bu işi yani halifeliği kabul etti ve Lukman'ın koştuğu şartları
o koşmadı. O bakımdan Davud birden çok hata yaptı. Bütün bunları da Yüce Allah
affediyordu.
Lukman sahib olduğu
hikmetiyle Davud'a vezirlik yapıyordu. Davud ona: Ne mutlu sana ey Lukman! Sana
hikmet verildi ve senden bela uzaklaştırıldı, dedi. Davud'a ise halifelik
verilmiş, fakat bela ve fitnelerle sınanmıştı.
Katade dedi ki: Yüce
Allah Lukman'ı peygamberlik ile hikmet arasında muhayyer bıraktı, o hikmeti
peygamberliğe tercih etti. Cebrail (a.s) kendisine uykuda olduğu bir sırada
geldi ve üzerine hikmeti saçtı. Sabahı ettiğinde o hikmet gereği konuşuyor idi.
Kendisine: Rabbin seni muhayyer bırakmışken, sen nasıl olur da hikmeti
peygamberliğe tercih ettin, diye soruldu. Bunun üzerine O şöyle dedi: Eğer
kat'ı bir hüküm olarak bana peygamberlik gönderilmiş olsaydı, bu hususta
Allah'tan bana yardımcı olmasını ümit ederdim, fakat o beni muhayyer bırakınca
peygamberliği yerine getirememekten, zaafa düşmekten korkardım. Bundan dolayı
hikmet benim için daha sevimli bir şey göründü.
Mesleğinin ne olduğu
hususunda farklı görüşler vardır. Onun terzi olduğu söylenmiştir. Bu Said b.
el-Müseyyeb 'in görüşüdür. Said siyah bir adama şöyle demiş: Siyah olduğun için
üzülme. Çünkü insanların hayırlılarından olan üç kişi de siyahtı. Bilal,
Ömer'in azadlısı Mihca' ve Lukman.
Hergün efendisi için bir
demet odun topladığı da söylenmiştir. Kendisine bakan bir adama şöyle demiş:
Benim dudakları kalın birisi olduğumu görüyorsan dahi şunu bil ki, o iki
dudağımın arasından ince sözler çıkar. Benim siyah olduğuma bakma, kalbim
beyazdır.
Çoban olduğu da
söylenmiştir. Çobanlıktan önce tanımış olduğu bir adam kendisini görmüş ve ona
şöyle demiş: Sen filanoğullarının kölesi değil misin? Evet demiş. Peki, seni
gördüğüm bu seviyeye ulaştıran ne oldu? diye sorunca, o da: Allah'ın kaderi,
emaneti eda edişim, doğru söz söyleyişim ve bana fayda vermeyen şeyleri
terkedişimdir, diye cevab vermiştir. Bunu da Abdu'r-Rahman b. Zeyd b. Cabir
söylemiştir.
Halid er-Rabai dedi ki:
Lukman marangoz idi. Efendisi ona: Bana bir koyun kes ve o koyunun en hoş olan
iki lokmasını getir, demiş. Ona dil ve kalbini götürmüş. Ona: Peki bu koyunda
bu ikisinden daha hoş bir şey yok muydu? diye sormuş. Lukman cevab vermeyip
susmuş. Daha sonra efendisi ona bir koyun daha kesmesini emretmiş ve bu sefer
ona: Bu koyunun en kötü iki lokmacık yerini getir, demiş. Bu sefer yine dil ile
kalbini getirince, efendisi ona şöyle demiş: Sana en hoş iki lokmalık etlerini
getirmeni istedim, sen bana dilini ve kalbini getirdin. Yine ben sana bu
koyundaki en kötü şeyleri getirmeni istedim, dilini ve kalbini getirdin. Lukman
şu cevabı vermiş: Bunlar iyi ve güzel oldukları takdirde bu ikisinden daha hoş
bir şeyolmaz. Kötü oldukları takdirde de bu ikisinden kötüsü olmaz.
Derim ki: Bu anlamda
birden çok merfu hadis varid olmuştur. Bunlardan birisi Peygamber (s.a.v.)'ın
şu hadisidir: "Şunu biliniz ki; gerçekten vücudda bir çiğnemlik et vardır.
O düzeldi mi bütün vücud düzelir, o bozuldu mu vücudun tamamı bozulur. Şunu
bilin ki o kalbtir.''
Dil ile ilgili pek çok
sahih ve meşhur rivayet gelmiştir ki, bunlardan birisi Peygamber (s.a.v.)'ın şu
hadisidir: "Her kimi Yüce Allah iki şeyin şerrinden korursa, cennete
girer. Bunlar iki çenesinin arasındaki ile iki bacağının arasındakidir... ''
Lukman'ın hikmetleri pek
çoktur. İşte bunlar ondan rivayet edilmiş olanların bir kısmıdır. Yine ona: En
kötü insan hangisidir diye sorulmuş, şöyle demiş: İnsanların kötülük işlerken
kendisini görmelerine aldırış etmeyen kişidir.
Derim ki: Bu da mana itibariyle
merfu bir hadistir. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "ümmetimin tümü
esenliktedir. Açık seçik yapanlar müstesna. Hiç şüphesiz kişinin geceleyin bir
iş yapıp da sabah olduğunda Allah kendisini setretmiş iken: Ey filan ben dün şu
şu işi yaptım, demesi de açık açık iş yapmak türündendir. Halbuki geceleyin
Rabbi onu setretmişken, o sabah olunca Allah'ın üzerindeki örtüsünü açmış
olur." Bu hadisi Ebu Hureyre rivayet etmiş olup Buharı kaydetmiştir.
Vehb b. Münebbih dedi
ki: Ben Lukman'ın hikmetlerinden onbin konudan daha ağır basacak şeyler okudum.
Rivayet edildiğine göre Davüd (a.s)'ın huzuruna girmiş. O sırada Davüd zırh
örüyormuş. Yüce Allah demiri onun için çamur gibi yumuşatmıştı. Ona soru sormak
istemiş, fakat hikmet ona yetişerek susmuş. Davüd zırhı bitirince giyinmiş ve:
Sen ne güzel bir savaş elbisesisin! demiş. Lukman da: Susmak bir hikmettir,
fakat bunun gereğini yerine getiren pek azdır. Bunun üzerine Davüd ona: Sana
hakim denilmesi gerçekten yerinde imiş, diye cevap vermiş.
"Allah'a şükret
diye" buyruğu ile ilgili iki takdir söz konusudur. Bunlardan birincisine
göre: "Diye"nin "yani" anlamında tefsir edici olduğudur. Bu
da biz ona şükret dedik, demek olur. İkinci görüşe göre ise nasb mahallinde
olup, fiil onun sılasına dahildir. Sibeveyh'in: "Ben ona kalk diye
yazdım" şeklindeki naklinde olduğu gibi. Ancak ona göre böyle bir
açıklamanın doğruluğu uzak bir ihtimaldir.
ez-Zeccac da şöyle
demektedir: Buyruğun anlamı şöyledir: Andolsun Biz Lukman'a Yüce Allah'a
şükretmesi için hikmeti verdik.
Bir diğer açıklamaya
göre; "Yüce Allah'a şükret diye (hikmeti verdik) o da şükretti. Bundan
dolayı o bize şükretmek suretiyle hakim bir kimse oldu" takdirindedir.
Yüce Allah'a şükretmek;
vermiş olduğu emirlerde O'na itaat etmektir. Şükrün gerek sözlük, gerek mana
itibariyle gerçek mahiyetine dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Süresi'nde
(52. ayetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
"Kim şükrederse
ancak kendisi için şükreder." Yani kim Yüce Allah'a itaat ederse, ancak
kendisi için amelde bulunmuş olur. Çünkü mükafatın faydası ona döner.
"Kim de nankörlük
ederse" Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük edip, Yüce Allah'ı tevhid
etmezse "muhakkak Allah" yarattıklarının kendisine ibadet etmesine
"muhtaç değildir." Mahlukatı nezdinde "hamde layık olandır"
yani kendisine hamdedilendir.
Yahya b. Sellam dedi ki:
Yarattıklarına "muhtaç değildir" yaptığı işlerinde "hamde layık
olandır."
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN