SAHİH-İ MÜSLİM |
CUMA |
HUTBEDE SESİ YÜKSELTMEK
VE HUTBE SIRASINDA NELER SÖYLENECEĞİ BABI
2002- Bana Muhammed b.
el-Müsenna da tahdis etti, bize Abdülvehhab b. Abdülmecid, Cafer b.
Muhammed'den tahdis etti, o babasından, o Cabir b. Abdullah'dan şöyle dediğini
rivayet etti: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hutbe verdiği zaman
gözleri kızarır, sesi yükselir, gazabı artardı. Hatta (düşmanınız) sabaha,
akşama size baskın yapacak diyen bir orduyu uyaran kişiyi andırırdı. Şehadet
parmağı ile orta parmağını bir araya getirerek "ben ve kıyamet günü şu
ikisi gibi gönderildim" derdi. Ayrıca o: "İmdi, şüphesiz en hayırlı
söz Allah'ın kitabı, en hayırlı hidayet (rehberlik, yol göstericilik) Muhammed
(Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in hidayetidir. İşlerin en şeriisi sonradan
ortaya çıkartılanları (bid'atlerdir). Her bir bid'at de bir dalalettir"
diye buyurur ve sonra şöyle derdi: "Ben her bir mümine kendi öz nefsinden
daha yakımm. Kim geriye bir mal bırakırsa o onun ailesine aittir, kim de bir
borç yahut çoluk çocuk bırakırsa bana aittir ve benim üzerimedir. "
Diğer tahric: Nesai,
1577, buna yakın; İbn Mace, 45
2003- Bize Abd b. Humeyd
de tahdis etti ... Bana Cafer b. Muhammed babasından
şöyle dediğini tahdis etti: Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinledim: Nebi
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) cuma günü hutbe verince Allah'a hamd ve senada
bulunduktan hemen sonra sesi yükselmiş olduğu halde şöyle derdi, dedikten sonra
hadisi aynen rivayet etti.
2004- Bize Ebu Bekr b.
Ebi Şeybe de tahdis etti, bize Veki' , Süfyan'dan tahdis etti, o Cafer'den, o
babasından, o Cabir'den şöyle dediğini rivayet etti: Resulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) insanlara hutbe verir, Allah'a layık olduğu üzere hamd ve
senada bulunduktan sonra: "Allah kime hidayet verdiyse kimse onu
saptıramaz. Onun saptırdığına da kimse hidayet veremez. Sözün en hayırlısı
Allah'ın kitabıdır." Sonra hadisi Sekafi'nin hadisi gibi rivayet etti.
AÇIKLAMA: "Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) hutbe verdi mi... bana aittir ve benim üzerimedir"
bu hadiste faydalı bir takım hususlar ve önemli bazı kaideler yer almaktadır.
"Sabah-akşam size
baskın yapacak diyen" deki zam ir orduyu uyaran kimseye aittir.
"Şehadet
parmağı"na sebbabe adının verilmesi ağır sözler söyledikleri vakit bu
parmakları ile işarette bulunmalarından dolayıdır.
"En hayırlı hidayet
Muhammed'in hidayetidir. " Buradaki hidayet (hüda) kelimeleri her iki
yerde de he harfi ötreli, dal harfi fethalıdır. Yine her ikisi he harfi
fethalı, del harfi sakin (hedy) olarak da okunur ve biz bunları her iki şekilde
de zaptetmiş bulunmaktayız. Bir topluluk da bu lafzı böylece iki şekilde
zikretmiştir.
Kadi İyaz dedi ki: Biz
bu lafzı Müslim'de ötreli, başka hadis kitaplarında fethalı olarak rivayet
ettik. Herevi de bunu fethalı olarak zikretmiş olup, Herevi onu fethalı
rivayete göre yol olarak açıklamıştır. Yani en güzel yol Muhammed'in yoludur.
Bu bakımdan filan kişinin hedy'i güzeldir, denildiği zaman yolu ve gidişi
güzeldir demek olur. "Ammar'ın hedyi ile hidayet bulunuz" buyruğu da
bu türdendir.
Ötreli rivayete (hüda)
göre anlamı ise delalet ve irşaddır. İlim adamları dedi ki: "Hüda"
lafzının iki anlamı vardır. Bunlardan birisi delalet ve irşad anlamında olup,
Resullere, Kur'an'a ve kullara izafe olunan odur. Nitekim yüce Allah:
"Muhakkak sen dosdoğru yola hidayet eylersin" (Şura, 52);
"Muhakkak bu Kur'an en doğru olana hidayet eyler" (İsra, 9);
"Takva sahipleri için bir hidayettir" (Bakara, 2) diye buyurmaktadır.
Yüce Allah'ın: "Semud'a gelince, biz onlara hidayeti (doğru yolu)
gösterdik" (Fussilet, 17) buyruğu da bu anlamdadır ki, biz onlara doğru
yolu açık seçik gösterdik demektir. "Muhakkak biz onu doğru yola hidayet
eyledik" (İnsan, 3); "Biz ona iki yolu gösterdik (hidayet
eyledik)" (Beled, 10) buyrukları da bu anlamdadır.
İkinci anlamı ise lütuf,
tevfik, korumak ve desteklemektir. Bu da yalnızca yüce Allah hakkında sözkonusu
olur. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki sen, sevdiğini hidayete iletemezsin ama
Allah dilediği kimseleri hidayete iletir" (Kasas, 56) buyruğunda bu
anlamdadır.
Kaderiye, kaderi inkar hususundaki bozuk ilkelerine dayanarak
"hüda" lafzı nerede geçerse beyan etmek, açıklamak anlamındadır,
demişlerdir. Gerek bizim mezheb alimlerimiz gerekse
yüce Allah'ın kaderini kabul eden hak ehlinden başkaları onlara yüce Allah'ın:
''Allah ise esenlik yurduna çağırır ve dilediği kimseleri dosdoğru yola hidayet
eyler" (Yunus, 25) buyruğunu delil göstermişlerdir. Burada yüce Allah
doğru yola davet etmek ile hidayetin farklı olduğunu ortaya koymuş olmaktadır.
Nebi (Sallallahu aleyhi
ve Sellem)'in: "Her bir bid'at bir dalalettir" buyruğu tahsis edilmiş
genel bir ifadedir. Kastedilen ise bid'atlerin çoğunun böyle olduğudur. Dil
bilginlerinin dediklerine göre "bid'at" daha önce bir benzeri ve
örneği bulunmaksızın yapılan her bir şey demektir. İlim adamları da şöyle
tanımlamışlardır: Bid'at, vacip, mendup, haram, mekruh ve mübah olmak üzere beş
kısımdır. Kelamcıların inkarcılara, bid'atçilere ve
benzerlerine cevap vermek maksadı ile delilleri düzenli bir şekilde ortaya
koymaları vacip bid' at türünden, ilim kitaplarının tasnif edilmesi, medrese ve
ribatların bina edilmesi ve daha başka hususlar mendub bid'atlerdendir, çeşitli
tür yemekler yemek ve benzeri hususlar mübah bid'atlerdendir. Haram ve mekruh
bid'atler ise açıkça bellidir. Ben bu meseleyi geniş delil ve açıklamalarıyla
Tehzibul Esma ve Lügat adlı eserimde açıklamış bulunmaktayım.
Zikrettiğim bu hususlar
bilinecek olursa, bu hadis-i şerifin de tahsis edilmiş umumi lafızlardan olduğu
da anlaşılmış olur. Aynı şekilde bu türden varid olmuş benzeri hadislerin
durumu da böyledir. Bizim söylediklerimizi Ömer b. el-Hattab (r.anh)'ın teravih
hakkında söylediği: "Bu ne güzel bid'attir" sözü de desteklemektedir.
Bu ise "her bid'at" buyruğunun "her" lafzı ile
pekiştiriimiş olmakla birlikte, hadisin tahsis edilmiş genel lafızlı bir hadis
olmasına engel değildir. Aksine buna rağmen bu hadis tahsis edilen bir
hadistir. Yüce Allah'ın: "Her şeyi mahveden bir rüzgar" (Ahkaf, 25)
buyruğuna benzemektedir.
"Ben her mümine
kendi öz nefsinden daha yakınım" buyruğu yüce Allah'ın: "Nebi
müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır" (Ahzab , 6) yani daha bir
hak sahibidir, buyruğuna uygundur. Mezheb alimlerimiz şöyle demektedir: Sanki
Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) başkasının elindeki yiyeceğe zorunlu olarak
ihtiyaç duymuşsa, ve o kişi de aynı yemeğe zorunlu olarak muhtaç ise, Nebi
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) O yemeği ihtiyacı olan kişiden alma hakkına
sahiptir, o yemeğe sahip olan kişinin de bunu Nebi (Sallallahu aleyhi ve
Sellem)'e herhangi bir karşılık gözetmeksizin vermesi gerekir. Ayrıca şunu
söylerler: Fakat böyle bir şey her ne kadar caiz (ve mümkün) ise de hiçbir
şekilde meydana gelmemiştir.
"Bir borç yahut
bakıma muhtaç çoluk çocuk (zaya') bırakanın bu bıraktıkları benimdir, benim
üzerimedir" buyruğu Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in:
"Ben her bir mümine
kendi öz nefsinden daha yakınım" buyruğunun bir açıklamasıdır. Dil
bilginleri der ki: Zaya', çoluk çocuk, aile halkı demektir.
İbn Kuteybe dedi ki:
Bunun aslı "za'a-yaziu-zayaen: kayb oldu, kayb olur, kaybolmak"
fiilinin mastandır. Burada, kaybolmaya, zayi olmaya elverişli, çoluk-çocuk,
aile efradı bırakan kimse kastedilmektedir. Böylelikle (hadiste) mastar, ismin
yerine kullanılmış olmaktadır.
Mezheb alimlerimiz dedi
ki: Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) borçlu olarak ölüp geriye borcunu
ödeyecek bir şeyler bırakmayan kimsenin cenaze namazını kıldırmazdı. Bundan
maksadı ise insanların borç almayı önemsiz bir iş gibi görmelerini ve
borçlarını ödemeyi ihmal etmelerini önlemekti. Böylelikle bu kimselerin cenaze
namazlarını kıldırmayarak bu işten vazgeçmelerini sağlamak istemiştir. Şanı
yüce Allah müslümanlara bir takım fetihleri nasib edince Allah Resulü:
"Kim geriye borç bırakırsa, benim üzerimedir" yani onu ben öderim
buyurmuş ve borç bırakanların borcunu ödemeye başlamıştır.
Mezheb alimlerimiz, Nebi
(Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in böyle bir borcu ödemesi vacip miydi yoksa o
bunu bir ikram olmak üzere mi öderdi? hususunda ihtilaf etmiş olmakla birlikte
onlara göre daha sahih olan görüş, bu borcun ödenmesinin Nebi (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) üzerinde vacip idi, şeklindedir.
Yine mezheb alimlerimiz
acaba bu Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in özelliklerinden midir, yoksa değil
midir hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bu Resulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem)'in özelliklerindendir, imam (İslam devlet başkanı) borçlu
ölüp, geriye borcunu ödeyecek bir şey bırakmamış kimsenin borcunu
beytu'l-mal'da yeterlilik bulunmakla -ve ortada ondan daha önemlisi de
olmamakla- birlikte beytu'l mal'dan ödemekle yükümlü değildir, demişlerdir.
Nebi (Sallallahu aleyhi
ve Sellem)'in: "Benim peygamber olarak gönderilmem ve kıyamet şu ikisi
gibidir" buyruğu ile ilgili olarak Kadi İyaz şöyle demiştir:
Bunu, bu iki parmağın
birbirlerine yakınlığı ve aralarında başka bir parmağın bulunmaması gibi
kendisi ile kıyamet arasında bir başka nebinin bulunmaması hali hakkında
temsili bir ifade olma ihtimali olduğu gibi, kendisinin peygamberliği ile
kıyametin kopması arasındaki müddetin yakınlığını anlatmak ve her ikisi
arasındaki farkın sınır tesbiti olarak değil de takribi olarak iki parmak
arasındaki fark nisbetinde olduğunu ifade etmek anlamında olma ihtimali de
vardır.
"Hutbe verdiğinde gözleri
kızanr. .. " Bu ifadeler hatibin hutbe konusuna gerektiği gibi dikkat
çekmesinin, sesini yükseltmesinin, sözlerini etkileyici bir şekilde
söylemesinin müstehap olduğuna ve bu açıklamalarının konuşma mevzuuna uygun bir
şekilde teşvik ya da korkutmayı ihtiva etmesinin müstehap olduğuna delil
gösterilir. Belki de gazabının şiddetlenmesi onun pek büyük bir iş dolayısı ile
uyarıp korkutması ve oldukça büyük bir hususu muayyen olarak sözkonusu etmesi
dolayısıyla olmuştur.
"Ve emma ba'd
(imdi)" derdi. Bu da vaazlarda, cuma, bayram hutbelerinde ve benzeri
konuşmalarda "emma ba'd" demenin müstehab olduğu hükmünü ihtiva eder.
Aynı şekilde tasnif edilen kitapların hutbelerinde (başında da böyledir) Buhari
de bunu söylemenin müstehap olduğu hususunda bir bab açmış ve bu babda bir
takım hadisler zikretmiş bulunmaktadır.
İlim adamları bu ibareyi
ilk olarak kullananın kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bunu ilk
kullananın Davud (a.s) olduğu, Ya'rub b. Kahtan olduğu ve Kus b. Saide olduğu
söylenmiştir. Bazı müfessirler ya da onlardan pekçok kimse ise bunun Davud
(a.s)'a verilmiş "faslu'l-hitab" olduğunu da söylemişlerdir.
Muhakkikler ise faslu'l-hitab, hak ve bablı birbirinden ayırd etmektir
demişlerdir.
(2003) "Nebi
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) cuma günü hutbesinde ... " bu hadiste Şafii
(r.a.)'ın hutbe esnasında yüce Allah'a hamd etmek ve muayyen olarak bu lafzı
zikretmek icab eder, başka lafız onun yerini tutmaz şeklindeki görüşünün lehine
delil bulunmaktadır.
2005- Bize İshak b.
İbrahim ve Muhammed b. el-Müsenna -ikisiAbdu'l-A'la'dan tahdis etti,
İbnu'l-Müsenna dedi ki: Bana Abdu'l-A'la -o Ebu Hemmam'dır- tahdis etti, bize
Davud, Amr b. Said'den tahdis etti, o Said b. Cubeyr'den, o İbn Abbas'dan
rivayet ettiğine göre Dimad, Mekke'ye geldi kendisi Ezd-i Şenueli olup şu rih
(denilen) deHliği rukye ile tedavi ederdi. Mekkeli'lerin beyinsiz takımından:
Muhammed bir delidir, dediklerini işitince, keşke şu adamı görsem belki Allah
benim elimle onu şifaya kavuşturur, dedi. Sonra onunla karşılaştı. Ona: Ey Muhammed!
Ben bu rih (denilen deliliğe) karşı rukye yaparak tedavi ediyorum ve şüphesiz
Allah da benim elimle dilediği kişilere şifa verir, ne dersin sana da okusam
mı, dedi.
Bunun üzerine Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz hamd Allah'a
mahsustur, O'na hamd eder, O'ndan yardım dileriz. Allah'ın hidayet verdiğini
kimse saptıramaz, O'nun saptırdığına da kimse hidayet veremez. Şehadet ederim
ki Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur, O bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur.
Ayrıca Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür. İmdi. .. " Burada Dimad: Bu
söylediğin sözleri bana bir daha tekrar et, dedi. Resulullah (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) ona aynı sözleri üç defa tekrar etti.
Dimad dedi ki: Ben
kahinlerin, sihirbazların, şairlerin sözlerini dinledim fakat senin bu
sözlerinin bir benzerini hiç duymadım. Andolsun bunlar denizin dibine kadar
ulaşmış sözlerdir, dedi. Sonra Dimad: Elini ver de İslam üzere sana beyat
edeyim, dedi ve ona beyat etti.
Resulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Ve kavminin adına da (beyatini alıyorum)"
buyurdu. O da: Kavmimin adına da (beyat ediyorum), dedi.
Sonra Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir seriyye göndermişti. Bu seriyye onun kavminin
bulunduğu yere gitmişti. Seriyyenin komutanı askere:
Bunlardan bir şeyele
geçirdiniz mi? dedi. Askerlerden bir adam: Ben bunlardan bir matara ele
geçirdim, deyince. Komutan: Onu geri verin, çünkü bunlar Dimad'ın kavmidirler,
dedi.
Diğer tahric: Nesai,
3278 -muhtasar-; İbn Mace, 1893 -muhtasar-
AÇIKLAMA: "Dimad
Mekke'ye geldi..." Burada geçen rih (rüzgar)den kasıt delilik ve cin
çarpmasıdır. Müslim'in rivayetinin başkasında bu ibare "ervah (ruhlar) a
karşı rukye yapardı" denilmektedir. Yani kendilerine bu isim verilmiş olan
cinlere karşı rukye yapardı. Cinler ruh ve rüzgara benzedikleri vs insanlar
tarafından görülmedikler onlara bu isim verilmiştir.
"Senin bu
sözlerinin bir benzerini duymadım. Andolsun bunlar denizin dibine
ulaşmışlardır." Buradaki (dip anlamını verdiğimiz) "na'us"
kelimesini iki şekilde zaptetmiş bulunuyoruz. Bunlardan daha meşhur olanı
"na'us" şekli olup bizim diyarımızdaki nüshaların çoğundaki şekil
budur. İkincisi ise kamus şeklindedir. Hadisin Müslim'in Sahih'inden başka
yerlerdeki rivayetlerde meşhur olan da bu ikincisidir. Kadi İyaz dedi ki: Müslim'in
Sahih'inin nüshalarının çoğunda bu lafız kaf ve ayn harfleri ile
"ka'us" olarak kaydedilmiştir. Ebu Muhammed b. Said'in kitabında te
harfi ile "ta'us" diye geçmektedir. Bazıları ise bunu nun ve ayn
harfi ile "na'us" diye rivayet etmişlerdir. Ebu Mesud ed-Dimaşki,
Etrafu's-Sahihayn adlı eserinde Humeydi ise el-Cem'u beyne's-Sahihayn adlı
eserinde kaf ve mim harfleri ile "kamus" diye zikretmişlerdir.
Bazıları doğrusu budur derken Ebu Ubeyd de şunları söylemektedir: Denizin
kamusu, ortası demektir. İbn Cüreyc ise denizin en çok dalgalanan yeri (orta
kısmı)dır diye açıklamıştır. Kitabu'l Ayn'ın sahibi ise, onun en derin dibidir
diye açıklamıştır. el-Harbi dedi ki: Denizin kamusu dibi demektir. Ebu Mervan
b. Serrac: Kamus bir şeyi suya daldırmak anlamında "kamese" fiilinden
"fa'ul" vezninde bir kelimedir. Denizin kamusu ise, dalgaları
çalkalanıp duran ve suları bir türlü karar bulmayan denizin ortası, dalgalı
kısmı demektir. Ve bu sahih arapça bir lafızdır demiştir.
Ebu Ali el-Ceylan i dedi
ki: Ben bu lafız ile ilgili kendimi rahatlatacak bir açıklama bulamadım.
Hocamız Ebu'l-Huseyn de şöyle demiştir: Denizin ka'usu sahih bir lafız olup
kamus ile aynı anlamdadır. "Ka's" kökünden geliyor gibidir. Bu ise
dibinin derin olması demektir. Bu da denizin derin oluşu ve dalgalı olması
anlamı çerçevesindedir. Kadi İyaz'ın açıklamaları burada sona ermektedir.
Ebu Musa el-Esfahani
dedi ki: Müslim'in Sahih'inde nun ve ayn ile "na'uf" olarak
geçmektedir. Diğer rivayetlerde ise bu lafız kamus olup denizin ortası ve dalgalı
kısmı demektir. Bununla birlikte bu lafız Müslim'in bu hadisi kendisinden
rivayet etmiş olduğu İshak b. Rahuye'nin Müsned'inde bulunmamaktadır. Ama
Müslim, İshak ile birlikte Ebu Musa'yı da zikretmiş bulunmaktadır. Belki de bu
lafız Ebu Musa'nın rivayetinde yer almıştır. Müslim'in bu gibi lafızları
zikretmesi sebebine gelince çünkü bir kimse bazen bu lafzı araştırmakla
birlikte herhangi bir kitapta bulamayabilir ve bundan dolayı şaşırıp kalabilir.
Ama benim kitabıma bakacak olursa bunun aslını ve manasını da öğrenmiş olur.
"Matara"
anlamındaki "mithare" kelimesi mim harfi fethalı olarak
"mathara" diye de söylenir. Bunu İbn Sikkit ve başkaları nakletmiş
olup mithara söylenişi daha meşhurdur.
2006- Bana Süreyc b.
Yunus tahdis etti, bize Abdurrahman b. Abdülmelik b. Ebcer babasından tahdis
etti, oVasıl b. Hayyan'dan şöyle dediğini rivayet etti: Ebu Vail dedi ki, Ammar
bize bir hutbe verdi, oldukça özlü ve beliğ konuştu. Minberden inince biz: Ey
Ebu'l-Yekzan! Oldukça beliğ ve özlü konuştun. Keşke bir nefes alsaydın (biraz
daha uzatsaydın) dedik. O şöyle dedi: Ben Resulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem)'i: "Şüphesiz bir adamın namazı uzun kıldırması, hutbeyi kısa
kesmesi fakih oluşunun bir alametidir. Bu sebeb le namazı uzunca kıldırın, hutbeyi
kısa kesin ve şüphesiz beyanın bir kısmı bir sihirdir" buyururken
dinledim.
Yalnız Müslim rivayet
etmiştir
AÇIKLAMA: "Nefes
alsaydın" birazcık uzatsaydın, demektir.
"Fıkhının bir
alametidir" alamet anlamındaki "meinne" kelimesi ile ilgili
olarak Ezheri ve çoğunluk şöyle demektedir. Bu kelimenin başındaki mim harfi
zaiddir ve mef'ile veznindedir. el-Herevi dedi ki: el-Ezheri dedi ki: Ebu Ubeyd
mim harfini kelimenin aslından kabul etmekle hata etmiştir. Kadi İyaz dedi ki:
Hocamız İbn Serrac" bu asli bir harftir demiştir.
"Hutbeyi kısa
kesin" bu hadis namazın hafif kılınmasını emreden meşhur hadislere muhalif
değildir. Çünkü diğer bir rivayette: "Nebi (Sallallahu aleyhi ve
Sellem)'in namazı da mutedil idi, hutbesi de mutedil idi" denilmektedir.
Zira açıklamakta olduğumuz hadisten maksat şudur: Namaz hutbeye nisbetle uzun
olur, yoksa cemaate meşakket verecek kadar uzun kıldırmak kastedilme miştir.
Hutbe de konusuna nisbetle mutedil olur.
"Şüphesiz beyanın
bir kısmı sihirdir" buyruğu ile ilgili olarak Ebu Ubeyd dedi ki: Bu
anlayış ve kalbin zekasından ileri gelmektedir. Kadi İyaz dedi ki:
Bu hususta iki farklı
yorum vardır. Birincisine göre bu bir yergidir. Çünkü böylelikle kalpler
kullanılan kafiyeli söz öbekleri ile o söze meylettirilmiş olur ve sonunda
bundan dolayı günah dahi kazanılabilir. Tıpkı sihir ile kazanıldığı gibi.
Ayrıca Malik bu hadisi Muvatta'ında Mekruh Olan Sözler Babında zikretmiş
bulunmaktadır. Bu hadisin tevilinde onun izlediği yol budur.
İkinci açıklama şekline
göre ise, bu bir övgüdür. Çünkü yüce Allah kullarına beyanı öğrettiğini
belirterek lütufta bulunduğunu hatırlatmış bulunmaktadır. Onu sihre benzetmesi
ise kalplerin ona doğru meyletmesinden dolayıdır. Sihrin asıl anlamı ise
çevirmek, meylettirmek demektir. İşte beyan da kalpleri çevirir ve çağırdığı
şeye meylettirir. Kadı lyaz'ın açıklamaları bunlardır. Bu ikinci açıklama
tercih edilen doğru açıklamadır.
"İbn Ebcer,
Vası!'dan, o Ebu Vail'den dedi ki: Ammar bize hutbe verdi."
Bu isnad Darakutni'nin
istidrakte bulunduğu senetlerdendir. O şöyle demektedir: Bunu yalnız İbn Ebcer
babasından, o Vail'den diye münferid olarak rivayet etmiş, A'meş ise ona
muhalefet etmiştir. A'meş ise Ebu Vail'in rivayet ettiği hadisleri daha iyi
bellemiş birisidir. O bu hadisi Ebu Vail'den, o İbn Mesud'dan diye tahdis
etmiştir. Darakutni'nin açıklamaları bunlardır. Daha önce de bizler bu gibi
istidraklerin (itirazların) reddolunduğunu kaydetmiş bulunuyoruz. Çünkü İbn
Ebcer, rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek kadar sika bir ravidir.
2007- Bize Ebu Bekr b.
Ebi Şeybe ve Muhammed b. Abdullah b. Numeyr tahdis edip dediler ki: Bize Veki',
Süfyan'dan tahdis etti, o Abdulaziz b. Rufey'den o Temim b. Tarafe'den, o Adiy
b. Hatim'den rivayet ettiğine göre bir adam Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in
huzurunda hutbe okuyup:
Allah'a ve Resulüne
itaat eden doğru yolu bulmuş olur. Her ikisine baş kaldıran da azmış olur,
dedi. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Sen ne kötü bir hatipsin
(bunun yerine): Allah'a ve Resulüne baş kaldıran, de" buyurdu. İbn Numeyr
rivayetinde (azmış olur anlamındaki: fekad ğeva ibaresini) "fekad
ğeviye" demiştir.
Diğer tahric: Ebu
Davud, 1099,4981; Nesai, 3279
AÇIKLAMA: "Bir
adam Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in huzurunda hutbe verdi..."
Kadi İyaz ve bir grup
ilim adamı dedi ki: Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in ona karşı çıkmasının
sebebi birbirine eşit olmayı gerektiren bir zamir ile onu da yüce Allah ile
ortak olarak zikretmiş olmasıdır. Ona atıf edatını kullanmayı da yüce Allah'ın
adını öne almak sureti ile yüce Allah'ı tazim edecek bir ifade kullanmasını
emretmiştir. Nitekim: "Sizden bir kimse Allah diler ve filan dilerse,
demesin. Bunun yerine Allah dilerse sonra da filan dilerse, desin"
anlamındaki diğer hadis te bunun gibidir.
Doğrusu ise bu nehyin
sebebi şudur: Hutbenin özelliği geniş ve açıklayıcı olup işaret ve rumuzlardan
uzak durmaktır. Ondan dolayı Sahih'de sabit olduğu üzere Resulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) bir söz söyledi mi anlaşılması için onu üç defa tekrarlard!.
Birinci kanaat sahiplerinin görüşüne gelince, bu çeşitli sebeblerden dolayı
zayıftır. Bunlardan birisi de şudur: Bunun gibi bir zamir Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in kendi sözü olarak sahih hadislerde defalarca
geçmiş bulunmaktadır. Allah Resulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Allah'ın ve Resulünün kendisi tarafından, onlardan başka herkesten daha
çok sevilmesi" buyruğu ve diğer hadisler buna örnektir. Burada hatibin
zamiri ikil kullanmasının sebebi bu konuşmasının öğüt vermek amaçlı bir hutbe olmayışı,
aksine bunun bir takım hikmetleri öğretmek maksadı ile yapılmış olmasıdır.
Dolayısı ile lafızlan ne kadar az olursa öğüt maksadı ile verilen hutbeden
farklı olarak hı-ızedilme, ezberlenme ihtimali daha yüksek
. olur. Çünkü öğüt
maksadı ile yapılan konuşmadan kasıt onun ezberlenip bellenmesi değildir. Onun
maksadı sadece o konuşma ile öğüt alınmasıdır.
Bunu teyid eden
hususlardan birisi de Ebu Davud'un Sünen'inde sahih bir isnad ile İbn Mes'ud
(r.a.)'dan sabit olan şu rivayettir: O dedi ki: Resulullah (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) bize hutbetu'l-hace'yi öğretti: "Hamd Allah'a mahsustur. O'ndan
yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerlerinden Allah'a sığınırız.
Allah'ın hidayet verdiği kimseyi saptıracak yoktur. Saptırdığı kimseye de hidayet
verecek yoktur. Allah'dan başka hiçbir ilah olmadığına şahitlik ederim.
Muhammed'in onun kulu ve Resulü olduğuna da şahitlik ederim. Onu kıyametin az
öncesinde hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere göndermiştir. Allah'a ve
Resulüne itaat eden doğru yolu bulmuş olur, onlara başkaldıran ise kendisinden
başkasına zarar veremez, Allah'a hiçbir şekilde zararı olmaz." Allah en
iyi bilendir.
"İbn Numeyr
rivayetinde "fekad ğeviye" demiştir .. " Nüshalarda bu şekilde
vav harfi kesreli olarak "ğeviye" diye yer almıştır. Kadi İyaz dedi
ki: Müslim'in iki rivayetinde vav harfi fethalı ve kesreli olarak gelmiş ise de
doğrusu, şerde aşırıya kaçmak anlamındaki fethalı olarak "ğayy"den
gelen bir lafız olduğudur .
2008- Bize Kuteybe b.
Said, Ebu Bekr b. Ebi Şeybe ve İshak el-Hanzali birlikte İbn Uyeyne'den tahdis
etti. Kuteybe dedi ki: Bize Süfyan, Amr'dan tahdis etti. O Ata'yı, Safvan b.
Ya'lfı.'dan diye haber verirken dinledi, o babasından rivayet ettiğne göre,
Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'i minber üzerinde "venadev ya Malik: ey
Malik ... diye seslendiler" (Zuhruf, 77) buyruğunu okurken
dinlemiştir.
Diğer tahric: Buhari,
3230, 3266, 4814; Ebu Davud, 3992; Tirmizi, 508; Nesai; 1410
2009- Bana Abdullah b.
Abdurrahman ed-Darimi de tahdis etti, bize Yahya b. Hassan haberverdi, bize
Süleyman b. Bilal, Yahya b. Said'den tahdis etti. O Abdurrahman kızı Amre'den,
o Amre'nin bir kız kardeşinden şöyle dediğini rivayet etti: Ben, "Kaf ve
Şanı pek yüce Kur'an'a yemin olsun ki ... " (Kaf, 1) suresini Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in ağzından her cuma onu minber üzerinde okuması
sureti ile öğrendim.
Diğer tahric: Ebu
Davud, 1100- uzunca-, 1102, 1103; Nesai, 948
2010- Bunu bana Ebu
Tahir de tahdis etti ... Amre, Abdurrahman'ın kızı ve yaşça kendisinden daha
büyük olan bir kız kardeşinden (ablasından), Süleyman b. Bilal'in hadisi
rivayet ettiği gibi rivayet etti.
AÇIKLAMA: (2008)
"Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'i minberin üzerinde: Ey Malik! ...
diye seslendiler" buyruğunu okurken dinledi." Buradan hutbe esnasında
Kur'an okunabileceği hükmü anlaşılmaktadır ki bunun meşru olduğunda görüş
ayrılığı yoktur. Vacip olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Sahih olan
ise bize göre Kur'an okumanın vacip olduğudur, asgari miktar ise bir ayet okumaktır.
(2009) "Ben Kaf
suresini... ezberledim" ilim adamları dedi ki: Kaf suresini seçmesinin
sebebi, bu surenin ölümden sonra dirilişi, ölümü, oldukça şiddetli öğütleri ve
kesin yasaklayıcı hükümleri kapsadığından dolayıdır. Yine bu hadiste az önce geçtiği
gibi hutbe esnasında Kur'an okunabileceğine delil vardır. Ayrıca her bir
hutbede Kaf suresini ya da bir bölümünü okumanın müstehap olduğu hükmü de
anlaşılmaktadır.
"Amre, yaşça
kendisinden daha büyük olan bir kız kardeşinden ... " Bu şekilde bir rivayet
sahihtir ve delil gösterilebilir. Adının verilmeyişinin bir zararı yoktur çünkü
o sahabe kadındır. Sahabelerin tamamı ise adalet sahibi ravilerdir .
2011- Bana Muhammed b.
Beşşar tahdis etti, bize Muhammed b. Cafer tahdis etti, bize Şu'be, Hubeyb'den
tahdis etti, o Abdullah b. Muhammed b. Ma'n'dan, o Harise b. en-Numanın'ın bir
kızından şöyle dediğini rivayet etti: Ben Kaf suresini ancak Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in ağzından ezberledim. O her cuma bu sureyi
okuyarak hutbe verirdi.
Harise'nin kızı dedi ki:
Bizim ekmek pişirdiğimiz tandınmız ile Resulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem)'in tandın birdi.
2012- Bize Amr en-Nakid
da tahdis etti ... Yahya b. Abdullah b.
Abdurrahman b. Sa'd b.
Zurare, Harise b. en-Numan'ın kızı Ümmü Hişam'dan . şöyle dediğini rivayet
etti: Bizim tandınmız ile Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in tandın
iki sene yahut bir sene ve bir senenin bir kısmı aynı idi. Ve ben "Kaf ve
o şerefli Kur'an'a yemin olsun" buyruğunu ancak Resulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem)'in dilinden öğrendim. O bu sureyi her cuma günü insanlara
hutbe verdiği zaman minberin üzerinde okurdu.
2013- Bize Ebu Bekr b.
Ebi Şeybe de tahdis etti ... Umere b. Rueybe'nin dediğine göre o Bişr b.
Mervan'ı minber üzerinde ellerini kaldırmış olduğu halde gördü ve bunun
üzerine: Allah şu iki elin cezasını versin. Ben Resulullah (Sallallahu aleyhi
ve Sellem)'i gördüm. O ellerini şöyle yapmaktan fazla kaldırmıyordu, deyip
şehadet parmağı ile işaret etti.
Diğer tahric: Ebu
Davud, 1104; Tirmizi, 515
2014- Bunu bize Kufeybe
b. Said de tahdis etti, bize Ebu Avane, Husayn b. Abdurrahman'dan şöyle
dediğini tahdis etti: Cuma günü Bişr b. Mervan'ı ellerini kaldırırken gördüm.
Bunun üzerine Umare b. Rueybe şöyle dedi, deyip hadisi buna yakın olarak
zikretti.
AÇIKLAMA: (2011)
"Said, Hubeyb'den ... " Hubeyb b. Abdurrahman b. Hubeyb b.
Yesar el-Ensari olup
daha önce defalarca açıklanmış idi.
"Bizim tandırımız
ile Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in tandırı birdi."
Bu sözleri ile hadisi
benediğine, onun Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in hallerini bildiğine ve
onun evine yakınlığına işaret etmektedir.
(2012) "Yahya b.
Abdullah b. Abdurrahman b. Sad b. Zurare" ismi bütün nüshalarda bu şekilde
Sa'd b. Zurare olarak geçmektedir. Doğrusu da budur. Kadı lyaz da bütün
nüshalardan ve üstadlarının tamamının rivayetlerinden bunu böylece rivayet
etmiş ve şunları söylemiştir: Doğrusu da budur. Kimisi ise bunun doğrusunun
"Esad" olduğunu iddia etmiş ise de bu iddiasında yanılmıştır. Bunları
böyle bir yanlışa düşüren ise Hakim Ebu Abdullah b. el-Beyyi'in kitabındaki
ifadeye aldanmasıdır. Çünkü o burada doğrusu Esad' dır, Sad' dır, diyenler de
vardır, demiştir. Sonra da Buhari'den diye zikrettiği rivayeti nakletmektedir.
Halbuki Buhari'nin Tarihinde bulunan ifade onun söylediğinin tam zıddıdır.
Çünkü Buhari Tarihinde: Esad değil, Sad' dır. Esad olduğu da söylenmiştir.
Halbuki bu bir yanılmadır, demiştir. Ancak Hakim buradaki ifadeyi tam tersine
çevirmiştir. Esad b. Zurare ise Hazredilerin efendisidir. Onun kardeşi olan
Sa'd b. Zurare ise Yahya'nın dedesidir, uzun bir ömür yaşayıp İslam'a yetişmiş
olmakla birlikte çoğu kimse onu ashab arasında zikretmemiştir. Çünkü adı
münafıklar arasında geçer.
(2013) "Umare b.
Rueybe'den ... " Bu hadisten şu hükümler anlaşılmaktadır: Sünnet olan
hutbe esnasında (dua ederken) ellerin kaldırılmamasıdır. Bu Malik'in, bizim
mezheb alimlerimizin ve başkalarının da görüşüdür. Kadı lyaz seleften
bazılarından ve Maliki alimlerinden bunun mübah olduğunu söylediklerini
nakletmektedir. Çünkü Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) cuma hutbesinde
istiska (yağmur duasın)da bulunurken ellerini kaldırmış idi. Birincileri ise bu
el kaldırmanın arızi birsebeb dolayısı ile olduğunu söyleyerek cevap
vermişlerdir.
Sonraki sayfa için
aşağıdaki link’i kullan:
179- İMAM HUTBE
VERİRKEN TAHİYYE(TÜ'L-MESCİD) KILMAK BABI