DİHYE-İ KELBİ R.A. :
Eshâb-ı kirâmın
büyüklerinden ve sima olarak en güzellerinden. İsmi; Dıhye bin Halife bin Ferve
bin Fedâle bin Zeyd bin
İmrü’l-Kays bin Hazrec olup, Dıhyet-ül-Kelbî diye meşhûr olmuştur. Doğum yeri
ve târihi bilinmemektedir.
50 (m. 670) senesinde vefât etti.
Dıhye-i Kelbî (r.a.)
ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabilesinin reisiydi. Müslüman olmadan
önce de Resûlullahı
(s.a.v.) severdi. Ticâret için Medine’den ayrılıp her dönüşünde Resûlullahı
(s.a.v.)
ziyâret eder ve hediyeler
getirirdi. Fakat Peygamberimiz (s.a.v.) bunlara kıymet vermez ve “Yâ Dıhye
eğer beni memnun etmek
istiyorsan îmân et. Cehennem ateşinden kurtul” buyurur, O’nun îmân
etmesini isterdi. Dıhye ise
zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz (s.a.v.) onun hidâyet bulması için
duâ ederdi.
Bedir gazâsından sonra bir
gün Cebrâil (a.s.) Dıhye’nin îmân edeceğini Resûlullaha (s.a.v.) haber
vermişti. İmânla
şereflenmek için huzur-u se’âdetlerine girince Resûlullah (s.a.v.) üzerindeki
hırkasını
Dıhye’nin oturması için
yere serdi. Dıhye-i Kelbî, Resûlullaha (s.a.v.) hürmeten Hırka-i Seâdeti
kaldırıp,
yüzüne gözüne sürdükten
sonra başının üzerine koydu. Resûlullahın (s.a.v.) duâları bereketiyle kalbinde
îmân nuru doğmuş ve öylece
Resûlullaha (s.a.v.) gelmişti.
Cebrâil (a.s.) çok defa
Resûlullahın (s.a.v.) huzuruna O’nun suretinde gelirdi. Resûlullah (s.a.v.)
Benî Ümeyye’den üç kimseyi
üç kimseye benzetti ve buyurdu: “Dıhyet-ül-Kelbî, Cebrâil’e (a.s.); Urve bin
Mes’ûd-es-Sekâfî Îsâ’ya
(a.s.) Abdülüzzi ise Deccâl’a benzer.” Yine bir gün Cebrâil (a.s.) Hz. Dıhye
suretinde
Resûlullaha (s.a.v.) geldi.
Bu sırada Resûlullah (s.a.v.) Mescid-i Nebî’de bulunuyordu. Daha çocuk
yaşta olan Hz. Hasan ile
Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı. Dıhye’yi (r.a.) görünce hemen ona
doğru koştular. Cebrâil’i
(a.s.) Dıhye zannedip yanına vardılar ve ceplerine ellerini sokup, bir şeyler
aramaya
başladılar. Resûlullah
efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki; “Ey kardeşim Cebrâil? Sen benim bu
torunlarımı edebsiz
zannetme. Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediyye getirirdi.
Bunlar da hediyelerini
alırlardı. Bunları öyle alıştırdı.” Cebrâil (a.s.) bunu işitince üzüldü. “Dıhye
bunların
yanına hediyesiz gelmiyor
da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini bir uzattı Cennetten bir salkım üzüm
kopardı Hz. Hasan’a verdi.
Bir daha uzattı, bir nar kopardı Hz. Hüseyin’e verdi. Hasan ve Hüseyin (r.a.)
hediyelerini alınca Dıhye
zannettikleri Cebrâil’in (a.s.) yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de
oynamaya
devam ettiler. Bu sırada
mescidin kapısına, ak sakallı, elinde baston, toz toprak içerisinde beli
bükülmüş ihtiyar bir kimse
geldi. “Yavrularım günlerdir” açım, Allah rızası için yiyecek bir şey verin”
dedi.
Hz. Hasan ile Hüseyin, biri
üzümü diğeri de narı yiyecekleri sırada bu ihtiyarı böyle görünce, hemen
yemekten
vazgeçip ihtiyara vermek
için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri sırada Cebrâil
(a.s.) gördü: “Durun,
vermeyin o mel’ûna! O şeytandır. Cennet ni’metleri ona harâmdır” buyurarak
şeytanı
kovdu.
Hicretin beşinci senesi
Resûlullah (s.a.v.), Benî Kureyza’ya kavuşmadan önce Medine’nin yakınında
bir mevki olan Savreyn’de
Eshâb-ı kirâmdan bir cemâate rastladı ve şöyle dedi: “Size kimse
rastlamadı mı?” dediler ki:
“Yâ Resûlallah bize, Dıhye bin Hâlife el-Kelbî rastladı. Eğerli beyaz bir katır
üzerine binmişti O katırın
üzerinde atlastan bir kadife vardı. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bu
Cibrîl’dir.
Benî Kureyza’ya gönderildi.
Onların kalelerini sarssın ve kalblerine korku atsın diye...”
Dıhye-i Kelbî Rumca’yı iyi
bilirdi. Resûlullah (s.a.v.) onu Bizans’a Sefir olarak gönderdi. Bu hicretin
yedinci yılı (m. 629)
Muharrem ayında oldu. (Hicretin altıncı yılı Zilhicce ayında olduğu da rivâyet
edilmiştir).
Resûlullah (s.a.v.) Bizans
Kayseri Herakliüs’u İslâm’a davet için bir mektûb yazdırdı. Bu mektubu
yazdırdığı zaman Eshâb-ı
kirâmdan bazıları, “Yâ Resûlallah! Rum taifesi mührü olmayan bir mektubu
okumazlar” dediler. Bunun
üzerine Resûlullah (s.a.v.) emretti. Gümüşten bir mühür kazdırıldı. Mührün
üzerinde üç satır yazı
yazılı idi. Birinci satır Muhammed, ikincisi Resûl, üçüncü satır da Allah idi.
Mektubu
bu mühürle mühürledi ve
Dıhye’ye (r.a.) verdi. Mektubu Bizans Kayserine sunması için Busrâ emirine
vermesini emretti. Dıhye
(r.a.), Peygamberimizin (s.a.v.) mektubunu Kaysere sunması için Busrâ’daki
Gassan emiri Hâris’e
başvurdu. Hâris, Dıhye’yi (r.a.) Heraklius’a götürmesi için Adiy bin Hâtem’i
vazifelendirdi.
Adiy bin Hâtem de Dıhye’yi
(r.a.) alıp, Kudüs’e götürdü. Bu sırada Heraklius da Kudüs’te bulunuyordu.
Heraklius, eğer İranlılar
üzerine galip olurlarsa Humus’dan Kudüs’e kadar yaya yürüyeceğini
adamıştı. Heraklius, İran
ordularını yenince adağını yerine getirmek için; Humus’dan yaya olarak yola
çıkmış, yoluna halılar
serilmiş, kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs’e ulaşmış, adağını yerine
getirmişti.
Dıhye (r.a.), Heraklius’dan
sonra Kudüs’e vardı ve Herakliüs ile görüşmek için temaslarda bulundu.
İmparatorun adamları
kendisine “Kayser’in huzuruna çıktığın zaman başını eğip yürüyeceksin ve
yaklaşınca da yere kapanıp
secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de asla başını yerden
kaldırmayacaksın.” dediler.
Bu sözler, Dıhye’ye (r.a.) ağır geldi ve onlara şunları söyledi: “Biz
müslümanlar! Allahü
teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi
insanın yaratılışına
terstir.” buyurdu. Bunun üzerine Kayser’in adamları, “O halde Kayser,
getirdiğin,
mektubu hiçbir zaman kabul
etmez ve seni huzurundan kovar” dediler. Dıhye (r.a.), “Bizim Peygamberimiz
Muhammed (s.a.v.) başkasının
kendisine değil secde etmesine; önünde hafif eğilmesine bile
müsâde etmez. Kendisiyle
görüşmek isteyen, köle bile olsa; ona ilgi gösterir. Huzuruna alır, derdini
dinler,
sıkıntısını giderir,
gönlünü alır. Bunun için Ona tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir” buyurdu.
Bu
sözleri dinleyenlerden biri
“Madem ki, Kayser’e secde etmeyeceksin, o halde üzerine aldığın vazifeyi
yerine getirebilmen için
sana başka bir yol göstereyim. Kayser’in sarayının önünde dinlendiği bir yer
var.
Her gün öğleden sonra bu
avluya çıkar oraları dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi
bir şikâyet veya yazı varsa
önce onu alır okur, sonra istirahat eder. Sen de şimdi git hemen mektubu o
minbere koy ve dışarda
bekle. Mektubu görünce seni çağırtır. O zaman vazifeni yerine getirirsin” dedi.
Bunun üzerine Dıhye (r.a.)
mektubu söylenilen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı; Arapça bilen bir de
tercüman çağırttı. Tercüman
Resûlullahın (s.a.v.) mektubunu okumaya başladı.
“Bismillâhirrahmânirrahîm
(Rahman ve Rahim olan, Allahü teâlânın ismi ile başlarım). Allah’ın
Resûlü Muhammed’den,
Rumların büyüğü Herakl’e” diye başlandığını görünce Herakliüs’ün kardeşinin
oğlu Yennak, çok kızdı ve
tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu ve adamı yere oturttu. Bu
sırada Resûlullahın
(s.a.v.) mektubu da tercümanın elinden düştü. Heraklius ona ne yaptığını
sorduğu
zaman, “Mektubu görmüyor
musun. Mektuba hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de
senin hükümdar olduğunu
söylemeyip (Rumların büyüğü Herakl’e) demiş. Niçin (Rumların hükümdarı)
diye yazmamış ve senin
isminle başlamamış? Onun mektubu bugün okunmaz.” dedi. Bunun üzerine
Herakliüs “Vallahi sen yâ
çok akılsızsın veya koca bir delisin. Ben senin böyle olduğunu bilmiyordum.
Ben daha mektubun içinde ne
olduğuna bakmadan yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma yemin ederim
ki: Eğer O söylediği gibi
Resûlullah ise, mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni
Rumların büyüğü diye
anmakta haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim. Hükümdarları değilim.” dedi ve
Yennak’ı dışarı çıkarttı.
Hıristiyan âlimi ve Hıristiyanların reisi ve kendisinin, müşaviri olan Üsküf’ü
çağırttı
ve mektub okundu. Mektubun
devamı şöyleydi: “Allahü teâlânın hidâyetine tâbi’ olana selâm olsun.
Bundan sonra; Ben seni
İslâm’a davet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın. Allahü teâlâ
sana iki kat ecir versin.
Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebali senin üzerinedir. Ey ehl-i
kitab sizin ve bizim
aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibadet etmeyelim ve
O’na hiç bir şeyi ortak
koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp bazılarımız bazılarını Rab edinmesinler.
Eğer bu sözden yüz
çevirirlerse: (Şahid olunuz. Biz müslümanız), deyiniz.” Resûlullahın (s.a.v.)
mektubu okunurken Heraklius’un
alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektub bitince “Hz. Süleymân’dan
sonra ben böyle
(Bismillâhirrahmânirrahîm) diye başlıyan bir mektub görmemiştim” dedi.
Heraklius, Üsküf’e
bu meseledeki fikrini
sorunca “Vallahi O, Mûsâ ve Îsâ (a.s.)’ın bize geleceğini müjdelediği
Peygamberdir.
Zâten biz O’nun gelmesini
bekliyorduk” dedi. Heraklius, “Sen bu hususta ne yapmamı tavsiye
edersin, neyi uygun
görürsün?” diye sordu. Üsküf, “O’na tâbi’ olmanı uygun görürüm.” dedi.
Heraklius
“Ben senin dediğin şeyi çok
iyi biliyorum. Fakat O’na tabi’ olup, müslüman olmağa gücüm yetmez. Çünkü
hem hükümdarlığım gider hem
de beni öldürürler.” dedi. Bunun üzerine Dıhye’yi (r.a.) ve Adiy bin
Hâtem’i çağırttı. Adiy: “Ey
hükümdar, davar ve develer sahibi Araplardan olan şu yanımdaki zât,
memleketinde
vuku’ bulan şaşılacak bir
hâdiseden bahsediyor” dedi. Heraklius tercümana “Memleketlerindeki
hâdise ne imiş sor bakalım”
dedi. Dıhye (r.a.) “Aramızda bir zât zuhur etti. Peygamber olduğunu beyân
etti. Halkın bir kısmı Ona
tabi olmaktadır. Bir kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku’
bulmuştur.” dedi. Bundan
sonra Heraklius, Hz. Peygamber (s.a.v.)hakkında araştırmaya başladı. Şam
valisine emir verip Hz.
Peygamberin (s.a.v.) soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti. Bu arada
kendisinin dostu olan ve
İbrânîce bilen Roma’daki bir âlime de mektûb yazıp bu meseleyi sordu. Roma’daki
dostundan bahsettiği zâtın
âhir zaman peygamberi olduğunu bildiren bir mektub geldi. Bu arada
Şam Valisi, ticâret için
Şam’a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyân da vardı.
Ebû Süfyân diyor ki: “Biz
Gazze’de bulunduğumuz sırada Heraklius’un Şam Valisi üzerimize saldırır gibi
geldi ve “Siz şu Hicaz’daki
zâtın kavminden misiniz?” diye sordu. “Evet” dedik. “Haydi bizimle beraber
İmparatorun yanına
gideceksiniz,” dedi. Ebû Süfyân’la yanındakileri Şam’a götürdü. Şam Valisi Ebû
Süfyân’ı ve yanındakileri
Heraklius’un yanına çıkardı. Bu sırada Heraklius Kudüs’te bir kilisede idi.
Vezirleriyle
beraber oturmuş ve başına
tacını giymişti. Heraklius Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar Mekke’liyi
burada kabul etti.
Tercüman çağırdı ve
“İçinizde peygamber olduğunu söyleyen zâta, soyca en yakın olanınız hanginiz?”
diye sordu. Ebû Süfyân “Ona
soyca en yakın olan benim” dedi. Heraklius “Akrabalık dereceniz
nedir?” diye sordu. Ebû
Süfyân “O benim amcamın oğludur.” dedi. Heraklius Ebû Süfyân’ın kendisine
yakın getirilmesini istedi
ve diğerlerinin de Ebû Süfyân’ın arkasında durmasını söyledi. Ebû Süfyân ilk
önceleri yalan söyledi ise
de hükümdarın tehdidi ile korktu ve sonradan yalan söyleyemedi Herakliüs;
“Peygamber olduğunu
söyleyen zâtın, aranızdaki soyu nasıldır?” diye sordu. Ebû Süfyân “O zamanın en
iyi soylusudur. Soy
bakımından en seçkinimizdir” dedi. Kayser tekrar “İçinizde ondan önce
peygamberlik
iddiasında bulunan kimse
oldu mu?” Ebû Süfyân; “Yoktu” dedi. Kayser, “O’nun ataları içinde hiç bir
hükümdar
gelmiş midir?” Ebû, Süfyân;
“Hayır” dedi. Kayser “O’na halkının eşrâfı mı, yoksa fakîr ve zaifleri
mi tabi’ oluyorlar?” Ebû
Süfyân; “Hayır, O’na tabi olanlar fakîrler ve zâiflerdir. Gençler ve
kadınlardır.
Kavminin yaşlılarından ve
eşrafından tabi olan pek yoktur” dedi. Kayser “O’na tabi olanlar artıyor mu
yoksa azalıyor mu?” Ebû
Süfyân; “Evet artıyorlar.” Kayser, “O’nun dinine girdikten sonra beğenmiyerek
veya kızarak dininden
dönen, kimse var mı?” Ebû Süfyân; “Yoktur” Kayser, “Peygamber olduğunu
söylemeden,
O’nu hiç yalanla
suçladığınız oldu mu?” Ebû Süfyân; “Hayır” dedi. Kayser, “O peygamberin hiç
ahdini bozduğu sözünde
durmadığı oldu mu?” Ebû Süfyân; “Hayır olmadı. Ancak biz şimdi onunla bir
müddet için çarpışmayı
bırakarak anlaşma yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde kendisinin ne yapacağını
bilemiyoruz” dedi. Kayser,
“Sizin O’nunla, O’nun sizinle yaptığınız harbler nasıl neticelendi?” Ebû
Süfyân; “Yenme aramızda
sıra ile oldu. Bir kerre O bizi bir kerre de biz O’nu yendik.” dedi. Kayser, “O
size neyi emrediyor?” diye
sorunca Ebû Süfyân; “Yalnız bir Allah’a ibâdet etmeyi, O’na hiç bir şeyi ortak
koşmamayı emr ediyor,
atalarımızın taptığı şeylere (putlara) tapmaktan bizi men ediyor. Namaz
kılmayı,
doğru olmayı, fakîrlere
yardım etmeyi harâmlardan sakınmayı, ahde vefâyı, emanete hıyânet etmemeyi,
akrabayı ziyâret etmeyi emr
ediyor.” dedi. Kilisede bu konuşmalar olmuş Resûlullahın (s.a.v.) mübârek
mektubu okunmuştu. Rumlar
arasında gürültüler çoğaldı. Kayser Ebû Süfyân ve yanındaki Kureyşlilerin
dışarı çıkarılmasını
emretti. Daha müslüman olmayan Ebû Süfyân burada yeminle Peygamberimizin
davasının başarıyla sonuçlanacağına
inandığını söylemiştir.
Dıhye (r.a.) o mübârek
güzel yüzü ile Heraklius’un karşısına geçip tatlı sesi ile: “Ey Kayser! Beni
sana Humus’dan bir kimse
(Haris) gönderdi ki: O, senden hayırlıdır. Allahü teâlâya yemin ederim ki;
beni, ona gönderen zât
(Resûlullah) ise, hem ondan hem senden daha hayırlıdır. Sen benim sözlerimi
alçak gönüllülükle dinleyip
verilen nasîhatleri kabul et. Çünkü sen alçak gönüllülük edersen nasîhatları
anlarsın. Nasîhatları kabul
etmezsen insaflı olamazsın.” Dedi. Herakliüs, “Devam et” dedi. Dıhye (r.a.)
öyle ise ben, seni Mesih’in
kendisine namaz kılmış olduğu Allah’a davet ediyorum. Ben seni Mesih’in
daha annesinin karnında
iken gökleri ve yeri yaratan ve onlara hakim olan Allah’a davet ediyorum.
(Dıhye (r.a.) bu sözüyle
Hıristiyanlara göre üç Allah’dan hâşâ ikincisi diye söyledikleri ve inandıkları
Hz.
Îsâ’nın (a.s.) bir ilâh
olmadığını ve O dünyâya gelmeden âlemleri yaratan, bir olan Allahü teâlâya
imâna
davet ediyordu.) Ben, seni
önceden Musa’nın (a.s.), Ondan sonra Îsâ’nın (a.s.) geleceğini müjdeleyip
haber verdiği şu Ümmî
Peygambere imâna davet ediyorum. Eğer bu hususta sen bir şey biliyorsan ve
eğer kendin için dünyâ ve
âhiret se’âdetini kazanmak istiyorsan onları gözünün önüne getir. Yoksa
âhiret se’âdetin elinden
gider. Dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin
olan
Allah cebbarları helâk
edici ve rahmetleri değiştiricidir” dedi. Herakliüs, Peygamberimizin mektubunu
okuyunca öpüp gözlerine
sürdü ve başına koydu. Sonra da “Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan,
ne de yanıma gelen bir
âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik
görürüm.
Sen bana Mesih’in kendisine
namaz kıldığı zâtı düşünüp buluncaya kadar mühlet ver” dedi.
Herakliüs daha sonra
Dıhye’yi (r.a.) yanına çağırıp baş başa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti.
Dedi ki:
“Ben biliyorum ki, seni
gönderen zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhir zaman
peygamberidir. Yalnız ben
O’na (s.a.v.) uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum. Seni, onların
içinde en büyük alimleri ve
benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır. Safâtır derler,
ona göndereyim. Bütün
Hıristiyanlar ona tâbi’dir. Eğer o îmân ederse, bütün hepsi ona uyup îmân
ederler.
Ben de o zaman kalbimde
olanı ve itikadımı açığa vururum.”
Bundan sonra Herakliüs bir
mektûb yazıp, Dıhye’ye (r.a.) verip Safâtır’a gönderdi. Safâtır,
Peygamberimizin
(s.a.v.) vasıflarını
işitince, Hz. Musa’nın ve Hz. Îsâ’nın geleceğini haber verdikleri âhir zaman
peygamberi olduğunda hiç
şüphesi olmadığını söyledi ve îmân etti. Evine gitti, kapandı ve her pazar
yaptığı vaazlara üç hafta
çıkmadı. Hıristiyanlar Safâtır’a ne oluyor ki o Arabla görüştüğünden beri
dışarı çıkmıyor, onu
istiyoruz” diye bağırdılar. Safâtır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı.
Beyaz
elbise giydi ve eline
asasını alıp kiliseye geldi. O beldedeki Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp:
“Ey
Nasârâ, biliniz ki, bize
Ahmed’den (a.s.) mektûb geldi. Bizi hak dine davet etmiş. Ben açıkça biliyor ve
inanıyorum ki; “O Allahü
teâlânın hak resûlüdür” dedi. Hıristiyanlar bunu işitince hepsi Safâtır’ın
üzerine
hücum ettiler ve onu
döverek şehîd ettiler. Dıhye (r.a.) gelip, durumu Herakliüs’e haber verdi.
Herakliüs
“Ben sana söylemedim mi?
Safâtır, Nasârâ katında benden daha sevgili ve azîzdir. Eğer duysalar beni
de onun gibi katl ederler”
dedi.
Buhârî’nin Sahîh’inde zikr
ettiği ve Zührî’nin rivâyet ettiği haber ise şöyledir: “Herakliüs Humos’daki
köşkünde Rumların
büyüklerini çağırıp kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere
çıktı ve “Ey
Rum cemâati sizler
se’âdete, huzura kavuşmayı ve hâkimiyetinizin temelli kalmasını, Hz. Îsâ’nın
söylediğine
uymayı ister misiniz?”
dedi. Rumlar, “Ey bizim hükümdarımız, bunları elde etmek için ne yapalım”
diye sordular. Herakliüs;
“Ey Rum cemâati, ben sizleri hayırlı bir iş için topladım: Bana Muhammed’in
(s.a.v.) mektubu geldi.
Beni dine davet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz,
kitaplarımızda
kendisini yazılı bulduğumuz
ve alâmetlerini bildiğimiz peygamberdir. Geliniz O’na tâbi olalım da dünyâda
ve âhirette selâmet
bulalım” dedi. Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip homurdanarak dışarı
kaçmak
için kapılara koştular.
Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere gidemediler. Herakliüs Rumların bu
hareketlerini görüp,
İslâmiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve “Ey Rum
cemâati benim biraz önce
söylediğim sözler, sizlerin, dininize olan bağlılığınızı ölçmek içindi.
Dininize
bağlılığınız ve beni
sevindiren davranışınızı gözlerimle gördüm” dedi. Bunun üzerine Rumlar
Herakliüs’e
secde ettiler, köşkün
kapıları açıldı çıkıp gittiler.
Herakliüs, Dıhye’yi (r.a.)
çağırdı olanları anlattı. Bahşişler, hediyeler ve elbiseler verdi.
Peygamberimize
(s.a.v.) bir mektûb yazdı.
Mektubunu, hazırlattığı hediyeleri Dıhye (r.a.) ile Peygamberimize
(s.a.v.) gönderdi.
Herakliüs müslüman olmak istemiş, fakat makam ve ölüm korkusundan îmân
etmemişdi. Peygamberimize
(s.a.v.) yazdığı mektûbta şöyle diyordu: “Hz. Îsâ’nın müjdelediği Allah’ın
Resûlü Muhammed’e (s.a.v.),
Rum hükümdarı Kayser’den: “Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben
şehâdet ederim ki sen
Allah’ın hak resûlüsün. Zaten biz seni İncil’de yazılı bulduk ve Hz. Îsâ seni
bize
müjdelemiş idi. Rumları
sana îmân etmeğe davet ettim. Fakat îmân etmeğe yanaşmadılar. Onlar beni
dinleselerdi muhakkak ki,
bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi ve
ayaklarını yıkamayı çok
arzu ediyorum.”
Dıhye (r.a.) Herakliüs’den,
ayrılıp Hismâ’ya geldi. Yolda Cüzzâm vadilerinden Şenar vadisinde
Huneyd bin Us oğlu ve
adamları Dıhye’yi (r.a.) soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar.
Bu
mevkide Dübeyb bin Rifâe
bin Zeyd ve Kavmi, İslâmiyeti kabul etmişlerdi. Dıhye (r.a.) bunlara geldi.
Bunlar Huneyd bin Us ve
kabilesinin üzerine yürüyüp Dıhye’den (r.a.) aldıkları şeylerin hepsini
kurtardılar.
Daha sonra Resûlullah
(s.a.v.) Zeyd bin Hâris’i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. Bu
mesele böylece kapandı. O
beldede olanların hepsi îmân etti. Dıhye (r.a.) Medine’ye gelince evine
uğramadan
hemen doğruca Resûlullahın
(s.a.v.) kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Peygamberimiz, “Kim o?”
diye sordu. Dıhye
“Dıhyet-ül-Kelbî” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “İçeri gir” buyurdu. Dıhye
(r.a.) içeri
girdi ve bütün olanları
anlattı. Peygamberimiz Herakliüs’ün mektubunu okudu. “Onun için bir müddet
daha (saltanatta) kalmak
vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir.”
buyurdu. Herakliüs daha
sonra da Peygamberimize îmân ettiğini bildiren mektûb yazmış ise de,
Resûlullah (s.a.v.) “Yalan
söylüyor. Nasrânî dininden dönmemiştir”, buyurdu. Herakliüs Peygamberimizin
(s.a.v.) mektubunu ipekten
bir atlasa sarıp, altın yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti.
Herakliüs ailesi bu mektubu
saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektub ellerinde
bulunduğu sürece
saltanatlarının devam edeceğini söyler ve buna inanırlardı. Hakikaten de öyle
olmuştur.
Dıhye (r.a.) Medine’de dahi
sokakta gezerken, Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle yüzünü örterdi. Yoksa
kolay kolay kimse gözünü
ondan ayırmazdı. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvan) Dıhye’yi (r.a.) gördükleri
zaman Dıhye mi yoksa
Cebrâil mi olduğunu anlayamazlardı.
Resûlullahın (s.a.v.) Bedir
gazâsı dışındaki, bütün gazvelerine iştirak eden Dıhye (r.a.); Hz. Ebû
Bekir’in hilâfeti zamanında
Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük savaşında bulundu.
Şam seferlerine katıldı.
Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muâviye zamanında
Şam’da 50 (m. 672)’de vefât
etti.
KAYNAKLAR:
1) Sahîh-i Buhârî cild-1,
sh-56, 57, cild-4, sh-3, 4
2) Sahîh-i Müslim, cild-3,
sh-1394
3) Mevâhib-i Ledünniyye,
cild-1, sh-238
4) Ümdet-ül-Kâri, cild-1,
sh-93
5) El-A’lâm, cild-2, sh-337
6) Üsüd-ül-gâbe, cild-1,
sh-23
7) Ensâb-ül-eşrâf, cild-1,
sh-351
8) Târîh-ül-Hamîs, cild-2,
sh-32
9) Vefa-ül-vefâ, cild-1,
sh-315
10) Sîret-i İbn-i Hişâm,
cild-3, sh-195, 501, 502, 504, 55, cild-4, sh-260
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye, sh-329, 966
12) Tabakât-ı İbn-i Sa’d,
cild-4, sh-249
13) El-A’lâm, cild-2,
sh-573
14) El-Îsâbe, cild-1,
sh-473
15) El-İstiâb cild-1,
sh-472
16) Mevâhib-i Ledünniyye,
cild-1, sh-238
17) Tehzîb-üt-tehzîb,
cild-3, sh-206
18) Kâmûs-ul-A’lâm 3/2122
19) Müsned Ahmed bin Hanbel
cild-1, sh-262